31 Temmuz 2020

AHVAL / Çiğdem Koç

Çiğdem Koç

Femen’in kurucusu Oksana Shacko, “Hepiniz sahtesiniz” diyerek çekip gittiğinde çok yanmıştı canım. Bir kızkardeş kaybetmişim gibiydi ama  içimde saplı bıçağı olduğu yerde sertçe döndüren asıl şey; bu genç, güzel ve cesur kadının vardığı yere çoktan gelmiş olduğumu bilmemdi galiba.

Onun kadar güzel, onun kadar genç değilim; hala bu satırları yazabildiğime göre onun kadar cesur da değilim belli ki. “Hepiniz sahtesiniz” den payıma düşen bir şey var mı diye korkuyla aranıyorum aslında. 

Bu salgın nedeniyle herkesin yüzünde maskeler var artık; ben kendime renk renk ve desen desen maskeler yaptırdım. Her defasında maskeyi çıkarırken acaba altından kendi yüzüm çıkacak mı korkusuyla yaşamaya başladım bir yandan da. Bana da bulaşır mı sahtelik, Oksana’ya ne derim o zaman?

“Sahtelik benim canımı yakar, ama iki yüzlülük bumerang gibidir, döner herkesi vurur” demekle yaşlandığım bu zamanlarda “şimdi sırası değil”lerden kötü kokulu bir demet duruyor önümde. 

Şimdi tam sırası; bu kadar sahte kahramanlık hikayesinin, artık nefes aldırmayan hukuksuzluklarla tiksinti veren iki yüzlülükler arasındaki bu kadim öykünün ortasında, tam sırası hem de.

Önce iğneyi batıralım madem; iki avukat ölüm orucunda, adil yargılanma hakları için bıçak sırtında günlere geldiler.

Avukatlık mesleğinin onuru Selçuk Kozağaçlı ve HHB avukatları, bir kısmı sonradan geri çekilmiş itirafçı beyanlarıyla donatılmış bir dosya ile akıllara zarar bir yargılama(!) sonrasında aldıkları cezalarla hapisteler.

Birçok avukat 15 Temmuz sonrasında “FETÖ’cü müvekkil “edinmekten ve bu nedenle “FETÖ’cü olmaktan” yargılandı, hala hapiste olanlar var. Kürt avukatlar zaten her dönem terörist(!). Fakat, çoklu baro meselesi gündeme gelene kadar savunmanın bağımsızlığını hatırlamayanların birdenbire avukat olduklarını hatırlamaları çok tatlı değil mi?

“Biz Ergenekon avukatıyız, FETÖ’cüler bize avukatlıklarını yapmamızı teklif dahi edemez.” diyen avukatların  meğer “fakir olanlar cesaret edemez” demek istediklerini gören bu gözler; başka bazı avukatların “Biz itirafçı olmaları için uğraştık, bir tek onların davalarını aldık” diyen çok Vatan (sever) hallerinden ağlamaklı olduk mesela. “Cübbemiz bu ayıbı örtecek kadar büyük mü “ diye bakıyoruz öte yandan.

“FETÖ’den alınan avukatlar için bir şey yapamayız” konulu baroculuk, iddianamelerine bile bakmadı haklarından sorumlu olduğu avukatların; ama “savunma susturulamaz” diye sosyal medyayı inlettik, ellerimize sağlık. 

Bir OHAL raporu yayınlandı; bu cehennemin orta yerinde çölde su gibi bir adam; HDP milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu , KHK’lıların dramını raporlaştırmış Doç.Bayram Erzurumluoğlu ile birlikte. Okumaya yürek gerek, vicdanı olan sağlam çıkamaz o tanıklıklardan. Çok büyük hak savunucuları; sağdan soldan hiç fark etmez; sanki bunlar hiç yaşanmıyor gibi davranırken şaşkın bir ördek gibi kalakalıyor insan. 

Konu ne olursa olsun lafa “FETÖ kumpasları” diye başlamanın kendisini güvenceye aldığını zannedenlerin Kemalist olanları da yine konu ne olursa olsun “Ergenekon-Balyoz kumpası” diye devam eder malum. 15 Temmuz sonrası işkence iddialarından, darbe dosyalarındaki adil yargılanma hakkı ve savunma hakkı ihlallerinden, komutanları tarafından tuzağa düşürülen, haksız ve hukuksuzca ve çok ağır cezalarla hapislere atılan masumlardan, daha çocuk olan askeri öğrencilerin müebbetlik kaderlerinden hiç bahsetmeden nasıl “hak mücadelesi” diyebilir bir insan, anlamaya çalışmakla ömür geçmez. Evladı için adalet arayan Melek Çetinkaya tutuklanırken susanlara bakın, sonra dönün nereye isterseniz oraya bakın. 

Tutuklanmasına hep birlikte karşı çıktığımız bir gazetecinin diş tedavisini canlı yayında maç izler gibi izledik, ama onca kanser hastasını göremedik; onlarca sakat insanın cezaevindeki feryadını duymadık. Birisi “çok büyük haksızlığa uğramış sadece gazeteci, Kemalist bir vatansever”, diğerleri “terörist” değil mi ama, biz ne yapabiliriz ki?

Madem gazetecilik konumuz ve çok şükür ki “gazetecilik suç değildir” yazmak demokrat olmanın gereği; üç yazısı nedeniyle 4 yıldır hapiste olan, bir kez bile herhangi bir şey için şikayet etmemiş, “hapse düşülür sıkıntı değil, iş hapiste düşmemek” yiğitliğinin kitabıyla birlikte iki kitap daha yazıp bitirmiş, 40 yıldır bu ülkede demokrasi olsun diye yazmış ve bu nedenle herkesten kat kat fazla bedel ödemiş bir Ahmet Altan var.

“Madem hapiste, bizim de asıl sorumlulara söz söyleyecek takatimiz yok (kibarca söyleyeyim istedim) o zaman dilediğimiz gibi sallayalım” diyerek her türlü yalanı ve iftirayı kendisinden esirgemeyen bazı gazeteci(!) ve demokrasi kahramanlarının(!), “Peki nerede bu iddianın kanıtı?” diye sorulduğunda nerelere saklandığını da kimse merak etmiyor mesela. Ve kimse utanmıyor da belgesiz, delilsiz ve kendisine şu anda cevap veremeyecek- ki muhtemelen cevap vermeye tenezzül de etmeyecek – bir adam hakkında böyle atıp tutmaya. Yeri gelmişken onun bir sözünü bir kere daha tekrar edeyim; “Utanmak insan ruhunun muhafızıdır, kapıda durandır. O muhafız kapıdan çekilirse içeri her şey girer.”

Muhafızlarınız el ele pikniğe gittiler galiba. Neyse ama, “gazetecilik suç değil” ve “özgür basın susturulamaz”. Hadi oradan desem çok mu ayıp kaçar?

Geçtiğimiz günlerde Osman Kavala’nın tutsaklığının 1000. gününü kutladık. Doğru duydunuz, kutladık. Bu kadar açık bir hukuksuzluğun ve manasızlığın karşısında ne yapsaydık; hapishane tabiriyle miyavlasa mıydık? Osman Kavala’nın sağlam duruşunu, şikayet etmeyen beyefendiliğini ve hapiste bile insanlar için atan yüreğini kutlayacaktık elbette. “Hepimiz Gezi’deydik” ama Osman Kavala hapiste. Neyse, olur öyle.

Tam o günlerde Selahattin Demirtaş’ı ziyaret ettim; avukat görüşü demeye bin şahit lazımdı; zamanın keyfi olarak kısıtlandığı ve havasız, tuhaf bir görüş kabininde. O da bir avukat, inanılmaz bir hukuksuzluklar zinciri ile hapiste; ama Kürt. Kürt olmanın, doğuştan gelen bir suç tipi olduğunu zannedenlerin coğrafyasında, “İdris Baluken hapiste ölsün mü?” sorusuna “Ölsün” diyenlerin yerli ve milli vatanseverliği hepimizi döver mi? 

İşine gelince “bu ülkede yargı kalmadı” ama işine gelince “aklanıp gelsinler” bir gelenek bizde.

Çuvaldıza sıra geldiyse eğer; Kemalist, cemaatçi, siyasal İslamcı fark etmiyor, konu şu ki; kimsenin eli diğerinden temiz değil konu hukuk olunca. İktidar, yanında yargının hediye olduğu bir paket halinde geliyor sanki; kimsenin de bu döngüyü kırıp yüzleşmeye zamanı olmadı galiba bugüne kadar.

Solcularla Kürt’lerin iktidar pratiğini henüz görmedik ama havasıyla suyunu biliyoruz memleketin. Bu döngüyü kırabilecek, maskelerin altında kendi yüzünü korumayı başaracak ve “biz sahte değiliz” diyebilecek birilerinin var olduğunu düşünmek istiyor insan. Namus dediğin de bu değil mi zaten aslında?

“Hepiniz sahtesiniz” diye çekip gitti dünya güzeli Oksana; ben yarın cezaevine giderken takacağım rengarenk bir maske dikiyorum bir yandan.

“Bugün bayram.

Bu yaprak, bu kuş, bu nar.

Hayat dediğin, bugün bu kadar.” diye yazmıştı Ahmet Altan eski bir bayram yazısında; “bu Ebru, bu Aytaç, bu da ölüm” diyen bir bayram sabahına uyandık bugün. 

Bugün bayram; 

Bu hukuk, bu vicdan, bu da namus işte… 


Yorumlar