15 Eylül 2020

YouTube

Herkese merhaba değerli izleyenler yeni bir ÖFG TV programı ile yine sizlerleyiz. Salı Akşamı saat 21.00’da haftanın önemli konuları ve yaptığımız çalışmalar ile ilgili ÖFG TV programımıza yeniden başlıyoruz.

Değerli izleyenler maalesef hep böyle üzücü haberleri değerlendiriyoruz, genel olarak ülkenin durumu çok iyiye gitmiyor. Ülkede ırkçılık, ülkede ötekileştirme, ülkede nefret söylemi, ülkede linç kültürü maalesef yoğun bir şekilde yaşanıyor.

İşte daha dün bir vaka duyduk. Samsun’da Vezirköprü’de bir fırın işçisi, Suriyeli bir işçi Eymenh Hammamı ırkçı bir grubun saldırısına uğrayarak kaltediliyor. Eymenh Hammamı bir fırında işçi olarak çalışan gariban bir delikanlı. Kardeşi ile beraber yürürken ona bir ırkçı grup sataşıyor ve 20 kişilik bu grup bu çocuğa, bu genç delikanlıya, bu ekmek parası peşinde olan, bu ülkemizde bir garib durumunda olan genç delikanlıya saldırıyor ve bıçaklıyor. Yeni bir ırkçı cinayet ile karşı karşıyayız. Yeni bir göçmen nefreti ile karşı karşıyayız. Yeni bir maalesef linç kültürü ile nefret söylemi ile karşı karşıyayız.

Suriyelilere yönelik nefret söylemi yoğun bir şekilde yaşanıyor ülkemizde. Biz belki çok fazla kişi olmayarak bu nefret söylemine karşı çıkıyoruz. Hani oy kazanmak isteyenler, sempati toplamak isteyenler, göçmen karşıtlığı, Suriyeli karşıtlığı üzerinden çok güzel oylar topluyorlar, çok güzel puanlar topluyorlar biz de böyle puan peşinde koşsak; çok rahat bir şey yani, ırkçılık, göçmen karşıtlığı, azınlık karşıtlığı çok rahat bir şey. Bunu yaparak puan kazanabiliriz ama biz bunu yapmıyoruz ilkelerimiz, değerlerimiz üzerinde duruyoruz ve bu cinayetler olmadan önce de hep söylüyoruz : “Kesinlikle ırkçılığa, Suriyeli düşmanlığına ve diğer azınlık gruplarına düşmanlığına karşı olduğumuzu söylüyoruz.” Ben İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu üyesiyim ve aynı zamanda Göç ve Uyum Komisyonu üyesiyim. Türkiye’de maalesef insan hakları ihlalleri yoğun bir şekilde yaşanıyor ve biz de insan hakları ihlallerine karşı önemli bir mücadele yürütüyoruz ama sadece bize karşı olan ihlaller değil, herkese karşı olan ihlallere karşı durmamız gerekiyor, insan hakları bu demek. Bu toplum bunu mutlaka öğrenmeli çünkü toplumumuzda “Ayağına bastığın zaman feryat etme huyu var.” Başkasının ayağına basıldığı zaman seyretme huyu var o yüzden bizim insan hakları duyarlılığı kazanmamız lazım toplum olarak. Bu tür menfi olaylara karşı bizim bir gerçek bir duyarlılık göstermemiz lazım.

Eymenh Hammamı genç bir delikanlı olarak ülkesinden uzakta Samsun Vezirköprü’de öldürüldü ama sadece öldürülen o değildi. Türkiye’de maalesef Kürt meselesi konusunda da çok ağır ve yoğun sıkıntılar yaşanıyor.

Geçtiğimiz gün yine Afyon’da bir Kürt işçi Afyon’da bir yap-sat dairesinde alçı işleri yapıyor ve içeriyi temizliyor. Karşı apartmandaki kişiler “Ortalığı toza verdiğinden.” Bahisle bu işçilere hakaret etmeye başlıyor, olay bir tartışmaya dönüyor ve karşı apartmandaki kişi çıkarıyor silahını ve ateş etmeye başlıyor. 1 kişi ölüyor, 2 kişi yaralanıyor. Evet bir toz çıkarma nedeni ile başlayan bir cinayet ama biz bu ve benzeri cinayetleri maalesef çok görüyoruz. Kürtlerin batıda yaşamaları sonrasında, batıda çalışmaları sonrasında bir nefret objesi olarak belirmeleri ve sıradan kavgaların çok rahat bir şekilde ırkçı cinayetlere dönüşmesi ülkemizde çok rahat, basit. Çoğunlukla bir asayiş olayı olarak gelişiyor bu olaylar ama arka planında çoğunlukla bir nefret düşüncesi var, bir nefret söylemi var, bir linç kültürü var ve karşıda gördüğü zayıf  ve azınlık olan kişiyi değersizleştirmeye yönelik bir anlayış var. Biz işte insan haklarını bundan dolayı çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Çoğunluk her zaman rahattır. Çoğunluk her zaman mutlu çünkü güce sahiptir. Azınlıklar her zaman huzursuzdur, tedirgindir. Batıda yaşayan bir Kürt veyahut da Türkiye’nin herhangi bir yerindeki Ermeni, Rum, Yahudi, Alevi kesimler azınlık oldukları için tedirgindir, korku içindedir çünkü onların en basit kimliklerini yaşamaları bile çoğunluk tarafından bir tehdit olarak algılanıp, azınlık ezilip, imha edilmeye çalışılabilir. Biz ülkenin bir çok yerinde bu tür asayiş olayları ile başlayan ve daha sonrasında da ırkçı linç olaylarına karışan olayları gördük. Bu tür asayiş olaylarında işin doğrusu hani normalde belki sıradan bir asayiş olayı ama ister istemez bu konu alevli bir konuya bürünüyor çünkü çok önemli bir sinir ucu olmuş durumda. Kürt meselesi; çok yoğun bir şekilde büyük bir gerilim noktası olmuş durumda, çoğunluk ile ülkemizde olan olaylar, nefret söylemi ve linç kültürü sonrasında bir takım katliamlara, darplara, linçlere dönüşen hadiseler bize sürekli her olayda Kürt meselesindeki bu ötekileşmeyi hatırlatıyor ister istemez ve önemli bir şekilde insanlar bu konuda büyük bir rahatsızlık duyuyor. Biz bütün bu gerginliklerin bitmesi için devletin toplumu değiştirmesi, dönüştürmesi gerektiğini düşünüyoruz çünkü şuana kadar yanlış bir anlayış ile maalesef devlet kendisini ırkçı dayatmalarından sonra toplumda da öyle yanlış anlayışlar oluşturabildi, biz hepimiz, hep birlikte azınlıkta kalanın dışlanması karşısında durmamız lazım. Azınlıkta olan bir gün Kürt olabilir, bir gün Alevi olabilir, bir gün Rum olabilir, bir gün Ermeni olabilir, bir gün Yahudi olabilir, bir gün bir KHK’lı olabilir, bir gün bir Suriyeli olabilir. Azınlıkta olan her zaman büyük bir tehdit altındadır ve linç edilme adayıdır. O yüzden bizim azınlıkta kalanları korumamız ve onların hakları konusunda bir pozitif yaklaşım içinde olmamız gerektiği apaçık ortada değerli arkadaşlar. bütün bunlar ülkede toplumsal barışı zedeleyen, rahatsız eden hususlar çünkü biz bu toplumda beraber yaşıyoruz. Türküyle, Kürtüyle, sağı, soluyla, dindarı Ateisti ile, Alevi- Sünnisi ile her kesimden insan beraber yaşamak zorunda olduğu topraklardayız. Kimsenin bir yeri terkedip gitme zorunluluğu yok, hepimizin buna karşı olması gerekiyor, bu anlayış ile devam etmek zorundayız.

Değerli arkadaşlar biz toplumsal barışın huzurun devlet eli, iktidar uygulamaları ile sağlanması gerektiğini söylüyoruz ama bakıyorsunuz devlet adına bir takım bakanlıkları ellerinde bulunduran kişiler; inanılmaz bir şekilde dışlayıcı söylemlerde bulunabiliyor, ırkçı söylemlerde bulunabiliyor, dayatmacı söylemlerde bulunabiliyor, anti demokratik söylemlerde bulunabiliyor. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun sözleri tartışıldı. Güvenlik soruşturmalarını iptal eden Anayasa Mahkemesi’nden rahatsızlığını her defasında beyan eden Süleyman Soylu, yaptığı bir konuşmasında; Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan’a yüklenerek, gayri biçimsiz laflar etti gerçekten çünkü demokraside güçler ayrılığı vardır ve herkesin bir görevi vardır. Anayasa Mahkemesi’nin bir görevi var, İçişleri Bakanlığı’nın bir görevi var. Güvenlik anlayışının bir yeri vardır, insan hakları anlayışının bir yeri vardır. Güvenlik ve insan hakları dengesi vardır ve bu bir denge içinde gitmelidir. Kimsenin bir başkasının hakkını, hukukunu zedeleme hakkı olmadığı gibi devletin hiç kimsenin de hakkını hukukunu zedeleme hakkı olmadığını bilerek yasaların toplumu koruyan bireyleri koruyan ama mağdur edilmiş insanları da koruyan bir anlayışta olması gerektiğini söylüyoruz. Yasalar suçluyu değil, mağduru korumalı. Suç işleyen değilse cezalandırıldığı zaman aşırı bir şekilde insan haklarının üstünde cezalandırılmamalı ve herkese hakkını vermeli. Böyle bir anlayış olması lazım ama İçişleri Bakanı Süleyman Soylu son derece vahim sözlerle ne kadar anti demokratik bir tavırda olduğunu gösteriyor, her zaman gösteriyor bunu. İçişleri Bakanı’nın Süleyman Soylu olduğu bir ülkede yaşamak gerçekten insanı mutsuz ediyor, huzursuz ediyor çünkü son derece despotik bir anlayış ile bir sokak kabadayısı tavrıyla ülkenin Anayasası ile ilgili kararlar veren Anayasa Mahkemesi  Başkanı’na bir külhanbeyi edasıyla saldırılar düzenliyor. Sanki güvenlik anlayışını luzümsuz gören bir hukuk anlayışı, bir Anayasa anlayışı varmış gibi Anayasa Mahkemesi Başkanı’na meydan okuyor, “ Hadi bakalım sen korumasız git bakalım, polise ihtiyacın yoksa eskort kullanma, bisikletinle git.” Gibi anlamsız, manasız sözler söylüyor. Tabi ki bir ülkede esas olan hukuktur. Hukuktan sapma varsa, güvenlik anlayışı hukukun gerçekleşmesini sağlar. Bir kere bu mantık oturmamış durumda, toplumda da oturmamış durumda bir toplum polis için var değildir, bir toplum polis görevlileri, güvenlik görevlileri için var değildir, bir toplum hukuku sağlanması için vardır ve hukukun sağlanması da güvenlik görevlilerinin yardımcı olması ile sağlanır. Yargıya güvenlik görevlileri, kolluk yardımcı olur, suçluları getirir ve yargılanmasını sağlar. Bir yardımcı görevi vardır, aslolan güvenlik görevlilerinin istediği gibi asıp kesmesi, istediğini yapması değil, güvenlik anlayışının insan haklarına yardımcı olması ve insan hakları anlayışının da toplumu mağdur etmeyecek düzeyde bir hak ve özgürlükler alanı oluşturabilmesidir önemli olan yoksa böyle birbirlerine rakip bir anlayış olması mümkün değildir ve asayişçi anlayışların, güvenlikçi anlayışların hukukun üstünde olması da kabul edilecek bir durum değildir. Türkiye’de bu kadar gözaltı merkezlerinde, cezaevlerinde hukuksuzluk yaşanırken bütün bunları bile yetersiz görerek Anayasa Mahkemesi Başkanı’na biçimsiz bir şekilde, hukuk dışı bir şekilde, adab dışı bir şekilde, terbiye sınırlarını zorlayacak bir şekilde yüklenmek maalesef bu devrin ruhu oldu çünkü bu devirde açıkçası hukuksuzluk alabildiğine artmış durumda. Zorbalık alabildiğine artmış durumda, vicdansızlık alabildiğine artmış durumda ve biz tüm bunlara karşı tüm gücümüzle gayret sarfediyoruz.

İşte İçişleri Bakanı’nın tamamen kendisini rahat gördüğü bir ortam varsa ne olur bu ülkede? Uşak’da gözaltına alınan 30’a yakın genç kadın çıplak bir şekilde aramaya maruz bırakılır. Evet geçtiğimiz haftanın çok önemli bir konusuydu. Biz uzun süre bu konuyu gündemde tuttuk ve eleştirdik. Duymazdan, görmezden geldiler. Uşak Valiliği duymazdan görmezden geldi, İçişleri Bakanlığı duymazdan, görmezden geldi ama şahsen ben bu konunun üstüne gittim, basın toplantımda işledim, mecliste konunun üstüne gittim soru önergesi verdim çünkü çok çirkin çok vahim şeyler yaşanıyordu. İşte İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun eleştirdiği hukukun üstünlüğüne karşın kendi zorba uygulamaları ile Uşak Emniyet Müdürlüğü’nde gözaltına alınan 30’a yakın genç hanım çıplak aramaya tabi tutuluyordu. Üst iç çamaşırlarının içi kadın polisler tarafından aranıyordu, alt iç çamaşırları dizine kadar indirilerek otur-kalk işkencesi yapılıyordu ve güya arama yapılıyordu. Bunun insanların şahsiyetine, karakterine, onuruna yönelik bir saldırı olduğu apaçık belli ve bu genç hanımların en az 3 gün avukata ulaşmada zorluk yaşadığı ve ulaştırılmadığını da çok iyi biliyoruz. Ağır ihlaller ile dolu bir gözaltı dönemi yaşadıktan sonra bu genç hanımlar serbest bırakıldı ama öylesine korkutulmuşlardı ki ancak ısrarlar sonucunda bazı yayın organlarına konuştular ve kendilerine yapılan bu çıplak aramayı anlattılar. Aslında çıplak arama yeni bir uygulama değil. Şuana kadar her muhalife yapılan bir uygulamaydı ama bu muhaliflerin çoğu sol kesimden, Kürtlerden oluştuğu için muhaliflerin bir onur meselesi çıplak arama yaptırmama ve bu çıplak aramalara karşı genellikle bir direnç gösterirlerdi, işkenceye rağmen çıplak arama yaptırmama konusunda büyük bir inat sergilerlerdi ama bu sefer gözaltına alınan dindar muhafazakar camiadan baş örtülü genç kadınlardı ve onların böyle bir direnişten haberleri yoktu, onlara ne emredilmişse maalesef onu yapmışlardı ve sonrasında da utanarak bunu söylemişlerdi ama maalesef bu işkenceleri, bu kötü muameleyi yapanlar utanmamışlardı bu yaptıklarından, biz bütün bunların üstüne gittik ben milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu olarak sümenaltı edilmeye çalışılan bu ihlalin üzerine gittim ve sonunda da Uşak Valiliği bir açıklama yapmak zorunda kaldı. Uşak Valiliği açıklamasında: “Var olan gerçekleri kara propaganda vb.” Kavramlarla açıklamaya çalışıyordu ama gerçekler ayan beyan ortaydı, güneş balçıkla sıvanmazdı ve Uşak Valisi açıklamasında doğru değildi! Ama şu önemliydi: Bizim iddialarımız karşısında örtbas etme seçeneğini başaramayan ve açıklama yapmak zorunda kalan bir devlet mercisi vardı Uşak Valiliği vardı ve açıklama yapması da bir milletvekili olarak benim için önemli bir başarıdır çünkü bu kadar üstü örtülmeye çalışılan bir zorbalığa karşı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığım basın toplantıları ile bu konunun üstüne üstüne gittim ve Uşak Valiliği’nin bu açıklamasını zorunlu kıldım, bu açıklamayı yapmaya mecbur kaldılar. Bunları biz önemsiyoruz, önemli buluyoruz ve şu mantığın olması gerekitini söylüyoruz: “Millete karşı hesap veren bir devlet, milletvekiline hesap veren bir devlet görevlisi, bir vali mantığının olması gerektiğini söylüyoruz.” Siz bu devletin kulu kölesi değilsiniz, siz bu devletin efendisisiniz. O kamu görevindeki kişiler en yüksek makamda bile olsalar vali olsalar, emniyet müdürü olsalar bile size hesap vermek zorundadır. Bunu herkes çok iyi bilsin! O devlet görevlileri ister vali olsun, ister başbakan olsun, ister bakan olsun, ister Cumhurbaşkanı olsun adına geldikleri o görev, o makamlardan millete hesap vermek zorundadır!

Bakın bu hesabı en çok da kim vermek zorunda? Cumhurbaşkanı vermek zorunda. Cumhurbaşkanı kendisine yönelik iddialar karşısında bir çok dava açmış. Bakın 2019 yılında 36 bin soruşturma açılmış Cumhurbaşkanı’na yönelik ifadelerden dolayı, 36 bin soruşturma açılmış. 12 bin küsür yargılama yapılmış, 3 binden fazla da cezalandırma yapılmış. Düşünün Cumhurbaşkanlığı makamı kendisini o kadar yüksek bir makamda görüyor ki o kadar milletin ifade özgürlüğü kısıtlanmış ki mahkemeler işi gücü bırakmış ve bunun için yeni yasalar çıkmış, 299. Madde çıkmış ve Cumhurbaşkanı’nı eleştiren her sözü için soruşturmalar yargılanmalar, cezalandırılmalar olmuş bu da ülkedeki ifade özgürlüğü ile ilgili sıkıntılı durumu gösteriyor. Bir ülkede demokrasinin göstergesi o toplumda vatandaşların yöneticileri rahat bir şekilde eleştirebilme özgürlüğü iledir. Gösterge budur değerli vatandaşlar. Siz bizim gibi siyasetle uğraşan kişilere çok rahat bir şekilde oldukça da ağır bir şekilde eleştirebilmelisiniz, bakın normal eleştirilerden daha fazla ağır eleştirileri yapabilmelisiniz siyasetçilere karşı, buna hakkınız var. Bir siyasetçi olarak ben size bunu söylüyorum çünkü demokrasilerde yöneticinin sorgulanması gerekir, ağır bir şekilde sorgulanarak hakkın, hakikatin ortaya çıkması lazım çünkü yöneticinin elinde güç vardır, zayıf durumda olanın güçlü durumda olanın sorgulaması, eleştirmesi, hesaba çekmesi, adalete yaklaşan bir tavırdır ve bunu da biz önemsiyoruz o yüzden bu konununda altını çizmemiz gerekiyor.

Değerli arkadaşlar biz bu konuların altını çiziyoruz, adil bir yargı istiyoruz! Savunmada özgürlük istiyoruz ama muktedirler öyle bir şey istemiyorlar! Sanıkları zorbalıkla eziyorlar, mahkemelerde en adil olmayan yargılamalarla yargılayıp zindanlara atıyorlar! Yüzbinlerce insan sorgulanıyor ve zindanlara atılıyor. OHAL Döneminde 600 bin soruşturma açılmış, 300 bin yargılama yapılmış ve 100 bin tutuklama kararı verilmiş ve cezaevleri ağzına kadar dolmuş durumda ve bu yüzden de bir çok dramlar oluştu bunu da hepimiz biliyoruz.

 Bütün bunlar olduktan sonra hırsını alamayan, hızını alamayan iktidar bu sefer de bu sanıkları savunan avukatlara yöneldi ve avukatlar şuanda itibarsızlaştırıldıkça itibarsızlaştırılıyor. Bakın Cumhurbaşkanı Erdoğan baroların demokrasi ve hukuk çıkışlarından rahatsız olduktan sonra çoklu baro girişimini başlattı ve bununla da yetinmedi şuanda avukatların savunma görevleri ile ilgili yaptıkları fiileri suç olarak göstererek avukatların yargılanmasını sağlamaya başladılar. Avukatlar en son işte 48 avukat çeşitli illerden toplanan 48 avukat yargılanmaya başlandı. Terör örgütü üyeliği ile yargılanmaya başlandı, çok tehlikeli bir durum çünkü avukatlığın kendine göre özgür olması gereken alanları var. Savunma kutsaldır! Yargı 3 sac ayağı üzerine kurulmuştur. Bir iddia makamı vardır, bir savunma makamı vardır, bir de karar mercii vardır, siz devleti ifade eden, kamu adına güç kullanmayı ifade eden savcılık makamını güçlendirdikçe güçlendiriyorsunuz ve hakimleri de boyunduruk altına aldıkça alıyorsanız ve bunun karşısında tek kalan savunma makamını da azılı bir suçlu gibi, bir terör üyesi gibi göstermeye başlıyorsanız bu işte tehlikenin başladığı noktadır çünkü bu ülkede öylesine bir yargı var ki devletin ideolojisini korumakla görevli bir yargı var, adaleti tesis etmeyi kendine vazife olarak gören değil, devletin ideolojisini korumakla kendini mükellef zanneden bir yargı var. Bu bir çok anket ve araştırmaya da yansımış durumda. Hakimler ve savcılar kendini devletini ideolojisine tesise yöneltmiştir, aslında millet adına karar vermektedirler, adalet adına karar vermektedirler, devlet adına güya karar vermemelidirler, mahkemelerde “ Türk Milleti Adına.” Denmektedir ama bununla da yetinmeyerek savunmaya yönelik bir büyük saldırı başlatılmıştır.

Bu sadece şimdi de değildir. Daha dün sol camiadan savunan insanlara, Çağdaş Hukukçular Derneği’ne yönelik büyük bir saldırı yapılmıştı, Selçuk Kozağaçlı duruşmada müvekkiline “Susma hakkını kullan.” Dediği için yargılanmıştı ve ceza almıştı. Düşünün müvekkilinize “Susma Hakkını kullan.” Diyorsunuz ve siz terör örgütü üyesi olarak niteleniyorsunuz. Aslında çok basit bir, avukat müvekkiline susma hakkını kullan diyebilir ama maalesef bunu bir suç unsuru olarak gösterirseniz, avukatları yıllar sürecek cezalara çarptırabilirsiniz, Selçuk Kozağaçlı yıllarca süren cezalara çarptırıldı, Aytaç Ünsal çarptırıldı ve açlık grevine girdi, Ebru Timtik açlık grevine girdi ve bu açlık grevinde maalesef hayatını kaybetti! Adil olmayan yargılamalara karşı sadece avukatlar değil, İbrahim Gökçek, Mustafa Koçak, Helin Bölek’de hayatlarını ortaya koyarak çok önemli direnişler sergiledi. Bunu herkesin de saygıyla karşılaması gerekiyordu. Yarın öbür gün sizin de başınıza gelebilirdi! Geldi işte! Bu sefer sağ camiadan muhafazakar camiadan, FETÖ/PYD denilerek bir takım avukatlar örgüt üyesi gösterilerek, örgüt üyesi olma suçlamasıyla gözaltına alınan, tutuklanan kişileri savunan avukatları da terör örgütü üyesi olarak niteleyen soruşturmalar başlatıldı, ardından belki kovuşturmaya dönecek belki cezalandırmaya dönecek ve bundan sonrasında terörist diye nitelenen kişileri hiç kimse savunmaya cüret edemeyecek işin doğrusu. Bu kabul edilecek bir davranış değil çünkü savunma kutsaldır, birisi birisini bir suç ile iddia ediyorsa hani bunu kesinleşmeden masumiyet karinesi vardır, kesinleşmeden kimse suçlu ilan edilemez ama siz savunmaya böyle bir darbe vurduktan sonra artık yarın öbür gün suçlanan kişileri savunacak avukat da bulamayacaksınız ve bu da ne demektir? “ Demokrasi ve hukukun eline kazmayı, büyük bir darbeyi vurmak demektir.” İşte bunlar kabul edilecek davranışlar değil değerli arkadaşlar.

Bunun benzeri hadiseler maalesef yaşanıyor. Bu tür adil olmayan yargılamalar vicdan sızlatan son sahnelere, son tablolara yol açıyor. Geçtiğimiz günlerde bu Denizli’de yaşandı. Adil olmayan yargılamalar sonrasında çok kolayca sorgusuz, sualsiz ihraç edilen bir öğretmen Ali Koca Denizli Cezaevi’ndeydi ve onun başarılı kızı tıp fakültesini kazanmıştı ama babası için çok üzülüyordu, gerçekten büyük bir dram yaşanıyordu bu evde gerçekten çok başarılı bir genç kadın ve cezaevindeki babası ve bu genç kadın bu stres ve sıkıntılardan sonra mide kanserine yakalandı. Gencecik yaşında mide kanserine yakalanmıştı, olmayacak bir yaştaydı, milyonda 1 görülecek bir vakaydı, normalde kanser vakaları 50’li yaşlardan sonra görülmeye başlanır, daha ileri yaşlarda görülür ama genç bir kadında çok çok önemli bir mütehalli bir unsur olmalı ki bu tür direnç düşüren ve kanser başlatan bir durum oluşsun. İşin doğrusu arka plana baktığımız zaman büyük bir aile dramının yaşandığını, işinden atılan bir öğretmen, cezalandırılan bir öğretmen, perişan olmuş bir aile ve sonrasında gencecik bir kadının mide kanseri gibi çok çok az rastlanacak bir kansere yakalanması o gencecik gülen kadının son hali olarak hasta bir şekilde bir yatakta kıvranarak uzanmış hali unutamayacağımız bir fotoğraf oluşturdu, Ayşe Koca hastaydı; Ayşe Afra Koca mide kanseri bir hastaydı ve gerçekten son derece üzücü bir haldeydi aslında; adli bir mahpus olsaydı, eşi veya çocuklarının hastalığından dolayı Ali Koca 1 yıl kadar infaz erteleme alabilirdi ama son çıkan yasa bu hakkı adli mahpuslara tanımakla birlikte siyasi mahpuslara bu haktan yoksun kınıldı ve Ali Koca gibi siyasi mahpuslar veyahut da Selman Çalışkan gibi bir beyin kanseri çocuk bu mağduriyetlere uğramış oldu bakın!

Rasim Çalışkan bir öğretmendi KHK ile ihraç edilmişti, oğlu Selman Çalışkan 7-8 yaşlarında beyin kanseri bir çocuktu ve maalesef babası defalarca tahliye isteyip çocuğunun başında durma isteğinde bulunmasına rağmen ona infaz erteleme verilmedi. Çok zalimce bir karardı bu, çünkü mahpus değil mahpus yakınını da cezalandıran bir karardı. Bunun benzeri nerede yaşandı? İşte Ayşe Afra Koca olayında gencecik yaşında mide kanseri olan çok başarılı bir öğrenci olan Ayşe Afra Koca’nın babasına sırf siyasi mahpus olduğu için, sırf bir KHK mağduru olduğu için izin verilmedi. Zalimce, vicdansızca izin verilmedi! Ve o genç kadın Ayşe Afra Koca babası daha çok üzülmesin diye hastalığını söylemeyen bir genç kadındı. Düşünün zalim bir dünyada öylesine naif bir genç kadın var ki; babası üzülmesin diye hastalığını bile söylemek istemeyen bir genç kadın var ama bunun karşısında onları düşman gibi gören bir iktidar var ve siyasi mahpus yakını diye onu cezalandıran adli mahpusa verdiği hakkı ona vermeyen bir anlayış var. İşte bu genç kadın ölüme doğru gidiyordu ve geçtiğimiz hafta çok kötüleşti, yoğun bakıma çıkarıldı ve anlaşıldı ki; artık o ölüm eşiğinde 1-2 gün içinde ölecek ve babasını onu son bir kez görmesi, onun ve yakınlarının son isteğiydi. Bu tüm akan suları durduracak insanım diyen herkesin gözlerinden yaşlar akmasına neden olan bir tablodur çünkü ister anne olsun, ister baba olun bir yavrunuz varsa çok farklı duygularınız olur. İster anne olun ister baba bir hasta genç kadının son saniyelerinde yanında olmak çok çok önemlidir ve hepimiz bunun için gayret ettik, sosyal medyadan büyük bir baskı yaptık, ben Denizli Cezaevi Savcısı’nı arayarak ona bu isteği belirttim, kanunlar, yasalar söylendi. “ ayda 1’den fazla böyle bir izin veremeyiz.” Dendi. Ben kendisine: “Artık günümüz kalmadı, her an ölmek üzere lütfen bu izni verin yasalar insanlar içindir! Yasalar insan ve vicdan üstü değildir.” Dedik ve en sonunda geri adım atarak bu izni verdiler, iyi ki verdiler çünkü o gün Ayşe Afra Koca’nın son günüydü, hepimizin içine doğmuştu, hepimiz gayret ediyorduk, ben bu noktada hani savcılığın ilk kararını eleştirmekle beraber Savcı beyin son insaflı kararını da tebrik ediyorum ve hani belki sureten yasaya uymayan ama insani ve vicdani olan bir karar ile babanın cezaevinden gönderilmesini sağladılar, baba son gün 4.5 saat kızını gördü, son derece gözyaşı akan tablolardı bunlar ve maalesef baba ayrıldıktan birkaç saat sonra Ayşe Afra Koca sabaha karşı maalesef hayata gözlerini yumdu. İyi ki bu babayı getirmişşiz dedik! Gerçekten insan olan gözyaşlarını tutamadı, çok büyük bir gerçekten vicdan muhasebesi yaşandı, insanlar gerçekten çok duygulandılar, çok büyük bir duygu seli oldu ve sonrasında cenazeye getirilen Ali Koca’nın kelepçelerini sökülmediğini görünce de hem üzüldük hem de öfkelendik çünkü düşünün kızınızın cenazesine gelmişsiniz ve orada çok üzüntülüsünüz, hem sizin aklınızdan cenazeyi fırsat bularak oradan kaçmak mı gelir değerli arkadaşlar? Bir devlet anlayışı bu kadar mı vicdansızdır diye sormak isterim? Nasıl bir insaf duygusu vardır? Kızının cenazesine gelmiş bir babanın kafasında bu cenazeyi fırsat bilerek buradan kaçayım diye bir düşüncesi olabilir mi değerli arkadaşlar? Böyle bir zamanda bir babanın kelepçesi niye çözülmez? Bir baba cenaze namazını niye kelepçe ile kılar? Bir baba kızının mezarına niye kelepçeli elleriyle toprak atar? Bu olacak şey mi? Bu nasıl kabul edilebilir? Hangi vicdana sığar? Ama karşımızda görünen işte insafsız, vicdansız bir anlayıştır. Devlet kendisini beton gibi kabul etmektedir, duygusuz, ruhsuz bir anlayış ile kabul etmektedir ve maalesef bundan dolayı da çok ağır ihlaller yaşatmaktadır insanlara, biz hepimizin hayatını huzurlu, mutlu kılmak için oluşturulmuş olan devletin böylesine duygusuz, ruhsuz, beton gibi olmasını kesinlikle kabul edemiyoruz ve bu  değişimi yapması gerektiğini tekrar ve tekrar söylüyoruz değerli arkadaşlar.

Evet devlet anlayışınız öylesine bir anlayış ki maalesef kayıp insanlar var ve bu konuda hiç kimse adım atmıyor.

Bakın Yusuf Bilge Tunç aylardır, yılı aşan bir şekilde onu gündeme getiriyorum. 400 günü aşan bir insan var kaybedilmiş, ortadan kaldırılmış, buharlaştırılmış, mahzenlerin dibine indirilmiş, belki orada işkence edilen bir insan var! Yaşıyor mu ölü mü bilmiyoruz? Sağlıklı mı bilemiyoruz? Ama yakınları büyük bir stres yaşıyor bunu çok iyi biliyoruz. Çok acımasız bir şekilde maalesef Yusuf Bilge Tunç halen ortada yok değerli izleyenler ve biz tekrar tekrar söylüyoruz, Yusuf Bilge Tunç nerede diyoruz? Ey devlet görevlileri bu zalimliği bırakın, bu beton ruhluluğu bırakın, Yusuf Bilge Tunç nerede sorusunun cevabını verin! Ey toplum bu duyarsızlığı bırak! Ve Yusuf Bilge Tunç nerede sorusunu en önemli soru olarak sor, en önemli olay olarak gör diye topluma da seslenmiş oluyorum değerli arkadaşlar.

Gülistan Doku kaybolmuş bir genç kadın, maalesef hala bulunmuyor.

Mehmet Bal kaybolmuş bir Batman’lı insan halen bulunmuyor.

Diğer birçok kayıp ve işkence vakası yine maalesef devam ediyor değerli arkadaşlar.

Biz bugün yine Korona hastalığı ile ilgili önemli sıkıntılara da değinmek isteriz. Bakın Korona hastalığı, Covid-19 adı ile maalesef günümüzde çok önemli canlar alıyor. 1 milyona yakın ölüme yaklaştı, bakın 900 bin kişinin canının verildiği Türkiye’de en az 7 bin kişinin hayatını kaybettiği bir hastalıktan bahsediyoruz, Sağlık Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı iflas etmiş durumda artık kimse onlara inanmıyor Sağlık Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı’na. Her gün bana Adalet Bakanlığı’nın kurumlarından şikayet geliyor ve her gün cezaevlerini arıyorum, cezaevi müdürlerini, savcılarını arıyorum çünkü cezaevlerinde salgın çok artmış durumda. Her cezaevinde neredeyse korona vakaları var çünkü gereken önlemler alınmadı, 1 hazirandan itibaren çok işler gevşetildi ve şuanda cezaevlerini korona hastalığı sarmış durumda son derece sıkıntılı bir hal almış durumda maalesef. Biz bütün bunların bitmesi gerektiğini söylüyoruz.

Yine Cevlan Şir Mehmed Uygur Türkü. Onu da gündem etmek isterim; kendisi Türkiye’de okuyan bir hukuk öğrencisiydi ve annesi Türkiye’ye gelip onu ziyaret ettiği için Çin Devleti tarafından toplama kampına atılıp daha sonra cezaevine atıldı. Kadının durumunu Dışişleri Bakanlığı’na sorduk çünkü Cevlan Şir Mehmet bize başvurarak annesinin durumu hakkında bizden yardım istemişti ama Dışişleri Bakanlığı’na bu soruyu sorduğumuzda gerçekten inanın ki çok üzücü bir cevapla karşılaştık: tamamen afaki, hamasi, hiçbir şey ifade etmeyen bir cevapla bize cevap verdi Dışişleri Bakanlığı, adeta dalga geçer gibi bir cevap verdi. Karşımızdaki devlet kuruluşlarının, devlet kurumlarının ne kadar gayri ciddi olduğunu bu vesileyle görüyoruz. “ İşte gerekenler yapılmakta.” Gibi bir cevap veriliyor ama biz Cevlan şir Mehmet’in annesinin bulunması için soydaşlarımız, akraba topluluklarımız diyen Dışişleri Bakanlığı’nın çok daha duyarlı olması gerektiğini tekrar ve tekrar söylüyoruz. Uygur Türkleri meselesi bizim için çok önemli bir meseledir çünkü biz ırkçığın her türlüsüne karşıyız. Kürt’e yapılana da, Türk’e yapılana da, Arap’a yapılana da aynı şekilde karşıyız ve karşı olmaya da devam edeceğiz.

Değerli arkadaşlar en son olarak bu hafta yaptığımız çalışmalardan bir önemli örnek: Sözleşmesi feshedilen eczacıların durumunu gündeme getirdik, hakkında bir soruşturma olduğu için sözleşmesi feshedilen eczacılar beraat aldığı halde sözleşmesi feshedilen eczacılar, devletin vatandaşını nasıl potansiyel suçlu gördüğüne dair çok acı vahim örneklerden birisi maalesef kafaya taktığı kişileri cezalandırmaya yönelik bir anlayış ile hareket eden bir devletle karşı karşıyayız değerli arkadaşlar. Bunlar kabul edilecek hadiseler değil! Biz aynı zamanda yaptığımız çalışmalarda hukuk devleti anlayışını hep öne çıkarıyoruz, bir insan hakları hukuk devleti özlemimizi öne çıkarıyoruz belki çok zor, belki kolay değil ama sürekli bunu söyleyeceğiz, sürekli bunun peşinde koşacağız, istediği kadar kötü örnekler olsun, vahşi örnekler olsun, biz bütün bunların peşinde koşmaya devam edeceğiz değerli arkadaşlar.

Cezaevlerini takip edeceğiz! Gözaltı merkezlerini takip edeceğiz ve onuru çiğnenen, genç kadınların yanında olacağız, dayak yiyen genç erkeklerin yanında olacağız, hasta ve yaşlı olduğu için cezaevlerinde hırpalanan yaşlıların yanında olacağız! Tüm mazlum ve mağdurların yanında olmaya devam edeceğiz!

Bugün de programımızı burada bitiyoruz, haftaya tekrar buluşana kadar hepinize hayırlı günler diliyorum. Hoşçakalın efendim.

Yorumlar