02 Temmuz 2020
ÖMER
FARUK GERGERLİOĞLU (Kocaeli) – Şimdi, değerli arkadaşlar, bu konudaki şerhimize
geçmeden önce İnsan Hakları Komisyonundayız ve bugünlerde çok önemli bir gündem
var, onunla ilgili birkaç kelam ederek şerhimizi size anlatmaya çalışacağım.
İşkence konusu, Türkiye’de işkence var mı yok mu?
“İşkenceye sıfır tolerans” deniliyor ama bizim gördüğümüz yoğun bir
şekilde işkence var, sistematik bir şekilde var ve giderek artıyor. Biz,
işkence vakaları konusunda, kaçırılma vakaları konusunda araştırma yapılmasını
istemiştik, alt komisyon kurulmasını istemiştik Sayın Tanrıkulu’yla beraber ama
bunlar kurulmamıştı ve iki yıl boyunca kaçırılmalar ve işkence olayları yoğun
bir şekilde bize gelmişti. Ben, 2019 yılındaki 7 vakadan bahsedeceğim,
yakınlarının kaçırıldığı iddiasıyla bize başvurduğu 7 vaka vardı. Bu kişiler
2019 Şubat’ta 6’sı kaçırılmıştı, bu 6 kişi için araştırma yapılmasını, bu
iddiaların değerlendirilmesini yoğun bir şekilde istemiştim ama
araştırılmamıştı. Daha sonra, en sonunda, bu 6 kişi için İçişleri Bakanlığı
Bakan Yardımcısı Sayın Muhterem İnce Komisyonumuza gelerek bilgi vermişti.
Bizim istediğimiz rapor çalışması yapılmamıştı ve Sayın Bakan: “Bu kişiler
konusunda herhangi bir sıkıntı olmadığını, bu kişilerin kendileri tarafından da
arandığını” söylemişti. Ama biz haziran ayındaki bu beyandan sonra
kaçırıldığını iddia ettiği Ankara Çamlık Mahallesi’ne gittiğimizde tüm mahalle
2 kişinin Yasin Ugan ve Özgür Kaya’nın bir apartmandaki evden kaçırıldığını, o
apartmandaki tüm kişiler de bunu beyan ediyordu. 50 60 kişilik polis ekibinin
kimseyi apartmana yaklaştırmamak suretiyle bu 2 kişiyi dört beş saatlik bir ev
araması sonrasında, tüm mahallenin gözleri önünde, başlarına çuval geçirerek
götürdüğünü söylüyorlardı ve İçişleri Bakan Yardımcısı Muhterem İnce’nin
beyanının doğru olmadığını anlıyorduk ve ardından bu 6 kişiden 4’ü Ankara
Emniyet Müdürlüğünde ortaya çıktı. Daha sonra ikisi de iki üç ay sonra ortaya
çıktı, nedense hepsi de Ankara Emniyet Müdürlüğünde ortaya çıktı.
Bu kişilerden 2’si Gökhan Türkmen ve Yasin Ugan polis
tarafından kaçırıldıklarını, yoğun işkence gördüklerini beyan etti. Yasin Ugan
altı ay boyunca yoğun işkence gördüğünü, Gökhan Türkmen ise dokuz ay boyunca
yoğun işkence gördüğünü söyledi ve şu anda mahkemeler bu şekilde devam ediyor.
Olay beyanlarla devam ediyor ama bizim de tetkiklerimiz var. Biz, İnsan Hakları
İnceleme Komisyonuna defalarca bu konuyu araştırmak için bir rapor ekibinin
oluşturulması gerektiğini söyledik ama oluşturulmadı ve şu anda kayıp olan
Yusuf Bilge Tunç’un -6 Ağustos’ta kaçırıldığını düşünüyor yakınları- on bir
aydır ne ölüsü ne dirisi bulunuyor, ne ulusal mekanizmalar ne uluslararası
mekanizmalar bu konuda herhangi bir çalışma yapmıyor. AİHM ve Birleşmiş
Milletlerin sorularına bu 7 kişi için de Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanlığı
herhangi bir yanıt vermedi, ulusal mekanizmalar da bu konuda çalışmıyor. On bir
aydır kayıp olan Yusuf Bilge Tunç’un yakınlarına sorduğumuz zaman, şu ana kadar
MOBESE kayıt araştırmasının yapılmadığını, HTS araştırmasının kaçırılmadan on
ay sonra yapıldığını, olay yeri incelemesinin ilk gün yapılmasını istedikleri
hâlde altı ay sonra yapıldığını, kaçırıldığını düşündükleri arabanın
yıkandığından dolayı da artık bundan bir sonuç alınamadığını söylemişti.
Bütün bu olaylardan sonra işkence vakaları artmaya
başladı ve geçtiğimiz günlerde, Diyarbakır’da yerel yönetimlerden sorumlu
Rojbin Çetin isimli arkadaşımızın evine gelen polis ekipleri yanlarındaki
köpekle evin içine girmiş ve köpeğin bu kadını ısırması sonucu, darbetmesi
sonucu Rojbin Çetin’in işkenceye uğradığı apaçık ortaya çıkmıştı, tüm kamuoyu
da bunu görmüştü fotoğraflarla. Hem polis tarafından darbedildiğini söylüyordu,
hakarete, küfre uğradığını, cinsiyetçi küfürlere uğradığını söylüyordu ve de
köpek tarafından ısırıldığını söylüyordu. Şimdi bütün bunlar için gecikmiş
olunsa bile bu kaçırılma ve işkence iddialarıyla ilgili ben tekrar İnsan
Hakları İnceleme Komisyonu’nun bir çalışma yapmasını istiyorum, bunu da tekrar
dilekçeyle de belirteceğim. Diyarbakır’da Rojbin Çetin’le ilgili bir inceleme
yapılmasını talep ediyorum.
Ayrıca bir de “Van’da göçmen teknesi battı.”
haberi var, 6 ölü var, belki daha da fazla. Bu konuda da bir çalışma yapılması,
bir rapor çalışması yapılması gerektiğini düşünüyorum.
Bütün bunlardan sonra Pazarkule ziyaretimize dönmek
isterim. Biz Pazarkule’ye -aslında sonradan bunu fark ettik, o dönemler fark
edemiyorduk-tam da Türkiye’de salgının başladığı zamanlar gitmişiz ve iktidar
on binlerce insanı batıya karşı bir koz olarak, yem olarak, şantaj olarak
kullanmak üzere bölgeye sevk etmiş ve Türkiye’de ilk vakalar 11 Martta
görülüyordu, biz 4 Martta oradaydık ve binlerce insan oradaydı. Belli ki
salgının göbeğinde, binlerce insan sorumsuz bir şekilde bölgeye sevk edilmişti.
Sağlık açısından, yaşam hakkı açısından son derece sıkıntılı bir karar, yanlış
bir karar olduğunu düşünüyorum.
Yine bizim alt komisyonda da söylediğimiz birçok
değiştirme teklifimiz vardı alt komisyon raporuyla ilgili. Raporun âdeta bir
siyasi parti bildirgesi, AK PARTİ bildirgesi gibi oluştuğunu gözlemlediğimiz
için birçok noktanın değiştirilmesi gerektiğini söylüyorduk ama sanırım bunlar
değiştirilmedi çünkü bu bir insan hakları raporudur. Bölgede Yunanistan’ın ağır
insan hakları ihlalleri yaptığını hepimiz gördük -ben bunu Genel Kurul
konuşmamda da dile getirdim, attıkları gaz fişeklerini getirdik, gösterdik-
Yunanistan çok ağır insan hakları ihlalleri oluşturmuştu ama bu tek yönlü
değildi. İktidar, Türkiye Cumhuriyeti iktidarı da bu noktada yaptığı eylemlerle
büyük insan hakları ihlalleri oluşturmuştu. Neden? Biz Pazarkule Sınır
Kapısı’na gittiğimizde zaten bunu çok net bir şekilde hepimiz gördük; binlerce
insan oradaydı ve karşı tarafa taş atıyorlardı, Yunan tarafının polisi de bu
taş atmaya karşılık bir şekilde -gaz kapsülleri- cevap veriyordu ve ortalık
savaş alanına dönmüştü. Orada bekleyen polislerin, güvenlik görevlilerinin taş
atan bu insanlara kesinlikle müdahale etmediğini gördük ve can güvenliklerinin
ihlal edildiğini gördük çünkü apaçık bir şekilde, bu insanlar karşıya taş
atıyor ve karşı taraf da ateş açınca ölüler, yaralılar oluyordu. Gözümüzün
önünde yaralılar taşındı ama hiçbir polis yetkilisi “Ya, niye karşıya taş
atıyorsunuz? Geri çekilin.” falan demiyordu ve biz birçok basın-yayın
organında da bunu gördük ki telli bölgeye gitmelerine ve karşıya taş atmalarına
izin verilen bir iktidar anlayışı vardı.
Yine, biz, o bölgede, Yunanistan’ın geri itme olayıyla
ilgili yaptığı ağır insan hakları ihlallerini gördük, evet, ama iktidar da bu
konuda ağır hak ihlallerine başvurmuştu. Sayın Soylu “geri itmeye karşı
geri itme” olarak bin Özel Harekâtçıyı göndereceğini söylüyordu. Bu
ifadesi rapora da girmemiş. Bu, aslında, resmen mevzuata aykırı bir ifadedir.
Yine “150 bin civarındaki” beyanın da yalan olduğunu ben düşünüyorum
çünkü karşı taraf, Yunanistan, böyle, kendi ülkesinden başka bir ülkeye geçişi
raporlamamıştır. Yunanistan 3 bin civarında bir geçiş olduğunu söylerken
Türkiye 150 bin civarında geçiş olduğunu söylüyor, arada astronomik farklar var
ve eğer ki 150 bin olsaydı, Yunanistan’dan diğer ülkelere büyük geçişler
haberlere konu olurdu. Aradan üç buçuk ay geçti, kesinlikle böyle bir şey
olmadı. Bölgeye kendi isteğiyle insanların belki bir kısmı gitmiştir ama -resmî
görevliler, Akyurt Geri Gönderme merkezinden bizim tespit ettiğimiz bulgular da
apaçık ortada, video görüntüleri de ortada, basın-yayın organlarına da yansıdı-
Akyurt Geri Gönderme Merkezindeki göçmenlerin otobüslere doldurularak Edirne’ye
gönderildiği haberlere de yansımıştır, videoları da bizde vardır. Muhalefet
şerhinde linkini verdiğim adresten izlerseniz orada da görürsünüz.
Yine, biz, Pazarkule’de, bir İnsan Hakları Komisyonu olarak
gitmemize rağmen, orada binlerce insan olmasına rağmen ve heyetin o insanlarla
görüşmesi gerekmesine rağmen bir kişiyle bile görüşmemişizdir. Bu olacak bir
şey değildir. Heyet olarak Pazarkule’deki üç beş insanı bir kenara çekip
“Ne oluyor, ne bitiyor? Burada ne mağduriyetler yaşıyorsunuz? Sağlık, işte
şu bu açısından neler yaşanıyor” diye sormamız gerekiyordu. Böyle tek bir
toplu görüşme olmamıştır. Ardından bir basın açıklaması yapılmıştır. Bu basın
açıklaması da Komisyon üyelerinin onayı alınmadan, imzası alınmadan
yapılmıştır. Sanırım, AK PARTİ Genel Merkezinde hazırlanan bir basın açıklaması
orada gelip okunmuştur ve bizim, bu basın açıklamasıyla ilgili önceden herhangi
bir bilgimiz yoktur, önceden bir istişareyle oluşturulan basın açıklaması değildir
ama yüzlerce basın mensubuna, bu sanki ortak kararla alınan bir basın
açıklamasıymış gibi okunmuştur.
Yine, Pazarkule’de binlerce kişiyle görüşmedikten sonra
Doyuran’a gittik, Doyuran’da da hiç kimse yoktu ve orada duran 400 kişinin
-oradaki medya görevlileri tarafından edindiğimiz bilgiye göre- bir iki gün
önce, gece saat on birde kamu görevlilerinin bulduğu, tuttuğu otobüslerle karşı
tarafa kolay geçişin olduğu bölgelere götürüldüğünü öğrendik. Hepimiz de
gördük, Doyran’da aniden bir boşalma olmuştu hani tedrici bir boşalma değil
hani insanlar yavaş yavaş ayrılmamıştı, Doyran boşalmıştı. Bir iki gün
öncesinde çok yoğun dolu olan bir yerdi burası ve yine ardından İpsala’ya
gittik. Orada da kimseyi görmedik, hani sadece bir iki mağdurla görüştük ama
sahada kimse yoktu. Bütün bu Doyran ve İpsala yerine Pazarkule’de belki
saatlerce o mağdurlarla görüşüp sorabilirdik: “Ne oluyordu, ne bitiyordu
burada?” diye sorulabilirdi, bunlar sorulmadı.
Yine, bölgedeki sağlıkçılar konusunda Sayın Atay Bey
bir düzeltme yaptı. Biz önceki raporda bu ifadeleri eleştirmiştik. Şimdi,
kendisi bir düzeltme yapıyor, anlıyorum ama bizim eleştirdiğimiz diğer bölümler
konusunda sanırım değişiklikler yok. Mesela: “Yemek ihtiyacı, kumanya
dağıtmak suretiyle düzenli olarak karşılanmaktadır.” deniyor ama bizim
gördüğümüz yemek olarak bisküvi, çikolata, su veriliyordu ve suya erişim çok
zordu ve göçmenlerin saatlerce yemek için kuyrukta beklediğini görüyorduk.
Yine, raporun on altıncı sayfasındaki ifadeler:
“Yunanistan’ın yaşam hakkına müdahalesi, silahlı ateş açılmasıyla sınırlı
kalmayıp bir geri itme politikası da uygulanmaktadır.” denmekte. Bu
ifadelerin çok siyasi ifadeler olduğunu, bir insan hakları raporunda bu kadar
iktidar bildirgesi gibi hazırlanan ifadelerin olamaması gerektiği, sadece hak
ihlallerine odaklanılması gerektiği eleştirisinde bulunmuştuk.
Yine, bizim raporda eleştirdiğimiz husus, sadece o
bölgede rapor Suriyelilerin olduğunu söylüyordu fakat biz Pazarkule’de tek tek
insanlarla konuştuğumuz zaman, Afganlıların da, Afrikalıların da olduğunu
görüyorduk. Raporda bu da yanlış olmuş.
Ben bu raporun eksik olduğunu düşünüyorum. Bir iktidar
bildirgesi gibi hazırlandığını düşünüyorum. Bir insan hakları raporu, her
ihlali raporlamalıdır ve bağımsız olmalıdır. Bu Komisyon, bağımsız bir Komisyon
olmalıdır. Her partiden yetkili var. Biz, Yunanistan’ın hak ihlallerine de
odaklandık ama iktidar kanalıyla yapılan hak ihlallerinin de önemli olduğunu
söylüyoruz.
Ben sözlerimi toparlıyorum, bitiyorum. Değerli arkadaşlar,
en son olarak da, İpsala’da yaptığımız görüşmede mağdurlara sorduğumuz sorulara
müdahale edilmiştir ve sağlıklı bir rapor çalışması yapılamadığı görülmüştür.
Mağdurlarla olan mülakatlar bağımsız olmalıdır ama şahsıma yönelik müdahaleler
yapılarak mağdurlardan bilgi alınması konusunda bağımsız, objektif bir rapor
çalışmasının önüne geçilmiştir. Bizim bu konuda önerilerimiz de vardır.
Önerilerimiz olarak da üç beş maddeyle özetleyeyim hemen. Hani ben eleştirdim
ama önerim nedir. Önerilerim, 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne koyulan coğrafi
çekince kaldırılmalı, mültecilerin statüsü kabul edilmeli, her defasında
Avrupa’ya kapıları açarım tehdidinden vazgeçilmeli, insanları bir koz olarak
görülen anlayıştan vazgeçilmeli, geri dönmemek üzere yerleştiği görülen mültecilerin
Türkiye’ye kimliklerini kaybetmeden entegrasyonu sağlanmalı, bu kişilere devlet
okullarında ana dilde eğitim başta olmak üzere doğuştan gelen haklar verilmeli.
Kayıt dışı çalışma alanında mültecilerin emekleri sömürülmektedir. Bu durumda
hem kendileri mağdur olmakta hem de ücret alt sınırının çok aşağılara
çektikleri için, Türkiye’deki diğer emekçilerde mağdur edilmekte. Bu da
toplumsal bir rahatsızlığa yol açmakta. Bakın, mülteciler hükûmetin de
söylemlerinden etkilenerek Avrupa’ya gidecekler diye ellerinde avuçlarında ne
varsa satmışlardı. Bu insanların çoğu da işlerinde ayrılmış, tekrar işlerine de
dönememiştir. Bu insanların mağdurken de daha da mağdur olmaları sebebiyle
desteğe ihtiyaçları vardır çünkü insanlar işlerinden ayrılıp, iktidarın bu
göstermesiyle sınıra gitmiştir, geri dönüşlerinde işlerini de kaybetmiştir.
Mültecilere yönelik nefret söylemi her geçen gün artmaktadır. Türk Ceza
Kanunu’nun 122. madde sınırlılıkları sebebiyle ihtiyacı karşılamamaktadır.
Nefret suçu; mülteciler; dil, ırk, milliyet, renk, cinsiyet, engellilik, siyasi
düşünce, felsefi inanç, din veya mezhep için tekrar düzenlenmelidir. O
göçmenlerin perişan hâlini hepimiz gördük, ben o yüzden size böyle bir öneride
bulunuyorum mevzuat açısından.
Mültecilere yönelik pek çok ilde linç vakaları yer
almıştır. Ne yazık ki linç Türk Ceza Kanunu’nda tanımlanmış bir suç olmadığı
için cezası da yok denecek durumdadır. Bu sebeple linç, TCK içinde insanlığa
dair bir suç olarak tanımlanmalıdır.
Son olarak da, Türkiye dışından mültecilere yapılacak
yardımda direkt mülteciye ve mültecilerle çalışan sivil toplum kuruluşlarına
yardım yapılmasına devam edilmelidir. Mülteciler için gelen yardımlar dolaylı
olarak harcanmamalı, direkt kendileri için kullandırılmalıdır.
Teşekkür ediyorum.
Yorumlar