2016-03-16 00:00:00

Abdürrahim Semavi'nin  Diyarbakır cezaevi anılarını anlattığı yeni çıkan “Zindanda çocuk” kitabını okudum. Henüz 16 yaşında, Nusaybin'de lise öğrencisiyken girdiği Diyarbakır cezaevinde yaşadıkları inanılmaz. 

Cezaevine girmeden önce sorguladığı hususlar aslında başına bunların niye geleceğinin de bir göstergesi maalesef. Çocukluğunda bir sınır ilçesinde mayınların ötesinde diğer ülkedeki  akrabalarından niye ayrı olduğunu sorguluyor hep. Geceleri yanıp sönen yıldızların sonsuz karanlıktaki gökyüzünü aydınlatmasını seyretmek, en büyük eğlencesi. “Yıldızlarla hangisi Türk, hangisi Kürt diye oyunlar oynardım. Bazen de kendime gülerek “acaba yıldızların arasında da mayın döşenmiş miydi” sorusuna yanıt arardım. Sahi yıldızlarda da bölünen topraklar var mıydı? Mayın tarlalarıyla bölünen sınırlar.. Bölenler…
Omuzlarımdaki adam “bölücü” diye tepindikçe kendimi kaybediyordum. Son bir refleksle “Vallahi sınırları ben koymadım” dedim.”Sınırları kim koydu, bilmiyorum, Mayınları kim döşedi, bilmiyorum. Akrabaları kim ayırdı, bilmiyorum, bizi kim böldü, bilmiyorum. Bilmiyorum, görmedim, duymadım.”

7 yıllık mahkumiyet süresi boyunca ona ve cezaevindeki mahkumlara uygulanan inanılmaz işkenceleri anlatmış. İnsan yüreğinin dayanamayacağı, havsalasının alamayacağı korkunç işkenceler… Korkunç uygulamalarıyla dünyanın ilk 10 kötü cezaevi arasına girmiş bir yerden insanın sağ ve sağlıklı çıkması çok zor. Kitap Kürt meselesinin ne olduğu ve nereden buralara geldiğine dair önemli bir belge. Yazar çocuk yaşta girdiği cezaevinde gördüğü işkenceler arasında kendisine insan dışkısı ve fare yedirilmesini de anlatıyor… ve daha inanılmaz nice işkence metodu…
Hücrelerde çırılçıplak bırakıldıkları hallerini anlatıyor. “Utanma duygusu ortadan kalkmıştı. İnsanlar çırılçıplak halleriyle birer abide olarak görünürdü. Ve korku.. Korkulacak bir şey yoktu çünkü zindandaydı insan, karanlıktaydı..Zindanın ötesinde Cehennemin ortasında bir yerde insan neden korkar ki? ölmek mi? O ödüldü. İşkence görmek mi? Zaten bunu yaşıyordun. Hapis mi? Zaten içindeydin. Daha neyden korkacaksın ki? Onurun beş paralık ediliyor, beyinin, yüreğin, her şeyin işgal edilmek isteniyor. Orada korkulacak şeylerin ötesi yoktu. zaten içindeydin”
Kitap niye önemli? Zira Türkiye şu an tedavi yöntemi olarak vaz geçtiği çözüm sürecinden uzaklaşmayla, eskilere Diyarbakır cezaevi günlerine doğru gidiyor. Karşılıklı bir akıl tutulmasıyla “eskidendi” dediğimiz günlere doğru son hızla gidiyoruz. Neyi yaşadığımızı görürsek, ne yaşayacağımızı ve ateşin üzerine benzin dökmenin sonuçlarının ne olacağını idrak edebileceğiz. Kendisi ile kitabı okuduktan sonra görüştüğümde “bu korkunç işkencelerden sonra intihar etmeyi düşünmedin mi?” diye sordum,  “İntihar bir kurtuluş değildi, yaşamak direnmek demekti, bunun için yaşadım, bir keresinde vücudumdan akan kanlarla duvara “yaşamak direnmektir” yazmıştım.” dedi. Yüzlerce Cezaevi görevlisinden sadece biri bu cehennemi uygulamalardan dolayı mahkum olmuş, o da nüfuz sahibi bir aileden gelmiş olan Altan Tan'ın babası  Bedii Tan'ın ölümünden sorumlu tutulan gardiyan. “İnsan, nasıl  bu kadar canavarlaşır?” sorusunu kitabı okurken sık sık kendime sordum. 
“Mahkumlara uzun koridorlar boyunca hatta koğuşların içleri ve hatta tavanlarına bile yağlı ve plastik boyalarla resimler çizdiriliyordu. Parası da mahkumdan çıkartılmak üzere….Türk'e ve Türklere dair motifler, 77 cetlerinin resimleri, Kılıçaslan'dan tutun Osmanlı padişahlarına kadar ve farklı sloganlar tabii.”Her Türk asker doğar” dan tutun “Her şey vatan için” sözlerine kadar, istiklal marşının kıtaları, Türklüğe dair nice sözleri vs.vs. Dehşet verici bir manzara. O koridorlarda bir tutsağın psikolojisinin  tuhaflaşması için çok sebep vardı. Kendisine ait birşey bulamazdı çünkü. Her şey ama her şey Türklüğe dairdi…..Hatta çoğu zaman havalandırmadan gökyüzüne bakarken “Acaba bu gök de mi onlara ait?” diye düşünmekten kendimi alamazdım. Gökyüzü bile parsellenmiş endişesini taşıyorduk.”
Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran'ın  köpeği Co'ya tekmil vermesi istenmiş,  bunu nasıl yapacağını bilemediği için kahkahalar içinde gülen gardiyan ve askerlerin arasında baldırını yırtmak için kudurmuşçasına üzerine saldıran köpekle boğuşmasını mı, çekilen işkenceler arasında ellerinin yüzülmesi pahasına  adeta tüm insanlığa sesini duyurmaya çalışarak  “zulüm her yerde zulümdür. Mazlumu görüp de sessiz kalan, zulmü hak eden zalimlerdir” diye haykıran arkadaşının feryatlarını mı, on bir ay sonra gelen ve 1 dakikalık ziyaret süresinde kendisini aşırı zayıflaması ve şeklinin değişmesinden dolayı tanıyamayan annesinin “bu benim oğlum değil, bana oğlumu getirin” çığlıklarını mı anlatayım? İnsanlık dışı bu işkence metodlarının bir daha yaşanmaması için ne yapacağımızı çok sıkı bir şekilde düşünmemizi hatırlatıyor kitap bize.
Bir dönemin unutulmaması ve bir daha yaşanmaması için yazılmış bu kitabı  içiniz kaldırabilecekse okumanızı tavsiye ederim. Çünkü bunca işkenceyi yaşamış Semavi son tahlilde şu değerlendirmeyi yapıyor.  “Kardeşlik hukukunun bu coğrafyalarda yaşayacağına hep inandım. Gelecek nesillerin kin ve nefret duygusunu değil, adalet, barış, birlikte yaşama duygusunun, yine birlikte medeniyetler inşa etme umudunun bu topraklarda can bulacağına inandım. Sabırla umut ettim, ediyorum.” Bu tahlil yaşananların bir daha yaşanmaması için nasıl bir perspektif ve yapıcı iyi niyet içinde olduğunu gösteriyor. Bu da karşıt her kesimin, hepimizin ihtiyacı olandır.

Yorumlar