2016-12-23 00:00:00

AB uyum sürecinden OHAL'e
 
 
Ak Parti'nin 2002'de iktidara geldiği yıllarda 28 Şubat yeni yaşanmıştı ve Erdoğan'ın başarılı İstanbul Büyükşehir deneyiminden dolayı sadece dindar kesimde değil, toplumun her kesiminde olumlu bir beklenti vardı. Tek başına hükümet etmenin verdiği rahatlık, özgüvenle Erdoğan askerlerin pek hoşlaşmadığı AB sürecine destek verdi. Demokratikleşme adımları atıldı ancak 15 Temmuz 2016 sonrası geldiğimiz noktada ülkede 2002'den daha iyi bir demokrasi olmadığı herkesin gözünün önündedir. Bu değişim nasıl yaşandı, neler oldu bunu incelemeye çalışalım.
 
Demokrasiyi sadece kendi menfaatlarımıza hizmet etsin diye algılarsanız varacağınız yer burasıdır. Gerek iktidar  gerekse de diğer farklı dini yapılar uzun süredir demokrasiyi kendine Müslüman bir anlayış içinde algıladılar. Kendi gelişimi için müsaade edeceği kadar bir demokrasi istediler, sonuç bu, hiçkimse için demokrasi oluşmadı. “Demokrasi, diyalog” söylemiyle sempati toplayan Gülen cemaati da bundan uzak değildi. Türkiye'deki tüm cemaatlarda olan onlarda daha yoğun bir şekilde vardı ve kendi yapılanmalarının iktidarı için demokrasiyi kullanıyorlardı.  Bu tavır uzun yıllar işbirliği yaptıkları Ak Parti'yle bir müddet sonra aralarının açılmasına, kavga yapmalarına hatta hızlarını alamayıp darbe yapmalarına vesile oluyordu. 
 
Ak Parti iktidarının 2012 yılına kadar olan yüzü her kesimden demokratın onu desteklemesine yol açmıştı. Farklı her kesim Ak Parti'yi desteklemese bile AB süreci, darbe girişimlerine, askeri vesayete karşıtlık anlamında verilen mücadeleyi fikirdaşlarının ortodoks eleştirilerine rağmen destekliyordu. 12 Eylül 2010 referandumuna “yetmez ama evet” sloganyla destek veren sağdan ve soldan birçok kişi arkadaşlarının itirazına rağmen “evet” diyordu. Sonradan Ak Parti'nin antidemokratik yönelişleri başlarına kakılsa bile 2010'daki kararlarının doğruluğuna hep inanacaklardı.
 
Müslüman camia da farklı değildi. Demokrasiyi dışarıdan gelen bir kavram olarak garipseyen camia idealin kendi iktidarları olduğunu düşünüyordu. Daha sıradan halk tabakasına göre demokrasi herkesin kendi işine geldiği gibi kullandığı bir yönetim şeklinden başkası değildi, dünyayı çıkarlar yönetiyordu o halde çıkara göre şekillenmek lazımdı. 
 
AB uyum yasalarını temkinli karşılayan dindarlar iş Kürt meselesi, devletin otoriterleşmesinin tenkidine gelince AB karşıtı kesiliyorlardı. Din adamına işkencenin kötü olduğunu anlatmaya çalıştığınızda “ama devletim teröriste yapıyorsa o başka” cevabını alıyordunuz. 
 
Bir hak örgütü temsilcisi olarak geçmiş zaman içinde dindar camiadan yoğun eleştiri aldığımız birçok meselede hep haklı çıktığımızı gördük. Demokratik bir hukuk devleti talebimizin gerekleri olan bazı hususlar şimdi gerçekleşmese de uğrunda mücadele ettiğimiz ilkelerin evrensel kabule mazhar olduğunu hep gördük.
 
Irak Savaşa hayır gösterilerini yaparken sadece İslam topraklarında değil, tüm zulümlere karşı çıkmanın gereğini dindar camiaya anlatmaya çalışıyorduk ama yeterli cevabı alamıyorduk. Ulusalcı kesimin abartığı misyonerlik tartışmasının aslında din özgürlüğü konusunda dindar camianın bir çifte standardı olduğunu gözlemliyorduk. Yine başörtüsüne özgürlük” diyorduk ama dindar camia başkasının kimliğinin özgürlüğüne hiç de sıcak bakmıyordu. İnsan hakları, demokrasi, özgürlükler kavramı şüpheyle, soğuk karşılanıyordu. İsrail'in Filistinli Müslümanlara yaptığı zulüm ölçüyü kaçırıyor, intihar eylemlerine islami camia sıcak bakıyordu. Bunun İslami ve insani bir yol olmadığını söylediğimizde birçok dindar “ama orası Filistin, şartlar başka” diyordu. Orası Filistin olsa da ilkeli davranmadığınız müddetçe başınıza yüzünüzü kızartacak işlerin geleceği sonradan ortaya çıkacaktı.
 
İnsanların sağlıklı düşünmesini engelleyecek mekanizmalar kendi içlerinden çıkıyordu. Akit gazetesi gibi fanatizmi, kin ve intikamı öğütleyen medya organları dindarları temsil ediyor, zihinlerini iğfal ediyordu. Rachel Corrie gibi vicdan ehli insanların gündem edilmesi Müslüman olup olmama şartına bağlanıyordu. 
 
Ak Partiye ve Erdoğan'a olan bağlılık  her geçen gün artan kutuplaşma sonrası yükseliyor bu da dindar camianın sağlıklı düşünmesini engelliyordu. İktidar öncesi 28 Şubatçıların zulüm mekanizması YÖK kaldırılmıyor, verilen sözler eleştirilmiyordu. Zulüm görülen devletin rengine boyanılmıştı. Artık İktidarı Müslümanlar ele geçirdiğine, dindarlara yapılan baskıları tek tek kaldıracağına göre eski eleştirileri gündem etmenin anlamı yoktu. 
 
Başörtüsü yürüyüşleri, toplantılar yapıyorduk ve anayasal hakların yetkililerin keyfi kullanımına itiraz ediyorduk, bu davranışı dindar camia anlayamıyordu. Önceden izin almaksızın toplantı yapma hakkımız olduğu halde bunu bildirim yaparak beyan ettiğimiz halde Emniyetin itirazını haklı bulan dindarlar vardı. Yasağın zaten insan haklarını keyfi bir şekilde çiğnenmesi olduğunu bildiği halde devletin yetkilisinin keyfi kararına ni,ye uymadığımızı soruyorlardı. Devletin müdürü bu nedenle bana “sen kim oluyorsun da devlete kafa tutuyorsun” diyordu.
 
Kürt meselesi milli bir din anlayışıyla büyümüş Türk dindarlar için anlaşılması neredeyse imkansıza yakın bir konuydu. Ermeni meselesi de öyle, ırklarına, devletlerine toz kondurmuyorlardı. Değişen polis yasası PVSK'yı eleştiriyorduk ama bu da dindar camiada karşılık bulmuyordu, devleti eleştirene getirilen polis serbestiyetinin  ne zararı vardı. Bu zararı ancak daha sonraları en devletçi cemaatlardan biri olan Gülen cemaati kendisine uygulanan baskılar nedeniyle hissedecekti.
 
Darbeciliğe karşı dindar camianın büyük bir mücadelesi vardı ancak Sudan'da darbe ile işbaşına gelen İslamcı iktidarı eleştirdiğinizde başınıza gelmeyen kalmıyordu.Askeri eleştiren dindar camia “Peygamber ocağı” demekten de uzak durmuyordu. 
 
Tüm kötülüklerin kendisine yapıldığını düşünen İslami camia farklı kimliklerin mağduriyetine sıra geldiğinde komplo teorilerine sığınıyor, duymazdan geliyor, devletçi elbisesine bürünüyordu.
 
Devletten hesap sormayı değil, kendi hakkını alınca devletle birlikte mağdurun üzerine yürümeyi hak görüyordu. Kürt meselesini dindar bir Türk olarak gündeme getirdiğimizde islami STK'lar tarafından etiketleniyor, sorguya çekiliyorduk. 2009'da söylediklerimizle bizi sorguya çekenler 2013 çözüm süreci başlayınca devlet görevlilerinin daha ileri düzeydeki sözleri karşısında susmayı, kabullenmeyi tercih ediyorlardı.
 
2003'te Irak'ın işgaline karşı çıkanlar Suriye için farklı düşünüyordu. Suriye'de 6 ay içinde zafer sağlanacaktı, bu gecikince 2013 yılında abd'nin Suriye devletine müdahalesi için dua ediyorlardı. İlkesizlik dizboyu idi.
 
2012 sonrası giderek artan demokrasi karşıtı adımlar Gezi olaylarında bir protestoya dönüşüyor ve sert bir şekilde bastırılmasına İslami kamuoyu sesini çıkarmıyordu, Çünkü İslami iktidara karşı gelenin kafası ezilmeliydi. 3. yol bildirisiyle barışı önerenlerin şeytanlaştırılması lazımdı ki itiraz çıkmasın
 
15 Temmuz sonrası gelinen son nokta tesadüf değildir. Bütün bu eksikliklerin patlamasıdır. İlerleyen bir ülke değil, gerileyen bir ülke olmamızın nedeni budur.

Yorumlar