HDP Kocaeli Milletvekili ve Meclis İnsan Hakları İnceleme Komisyonu üyesi Dr. Ömer Faruk Gergerlioğlu Doğrusu News’un konuğuydu. 

Göğüs Hastalıkları ve Tüberküloz Uzmanı olarak çalıştığı İzmit Seka Devlet Hastanesinden 679 numaralı KHK ile 6 Ocak 2017′de ihraç edilen Gergerlioğlu, MAZLUMDER genel başkanlığından, halen devam eden Hak ve Adalet Platformu sözcülüğüne görevler üstlenmiş bir insan hakları savunucusu aynı zamanda.

Yerel seçimler öncesi sorularımızı cevaplayan Sayın Gergerlioğlu ile, Türkiye’de partili bir cumhurbaşkanının yürüttüğü ilk seçim kampanyasından ‘beka’ sorununa, kaçırılan insanlardan hak ihlalerine birçok konuda konuşma fırsatımız oldu. 

‘Erdoğan niye bu tür yollara tevessül ediyor? Çünkü önemli derecede puan kaybettiğini biliyor.’

Yerel seçimler yaklaşıyor ve ilk defa partili bir cumhurbaşkanı var. Partisi yararına bir seçim kampanyası yürütüyor, diğer partileri terörize eden söylemlerde bulunuyor. En çok da sizin partinize yükleniyor. 

Recep Tayyip Erdoğan bir çöküş içinde. Her yükselişin bir inişi var ve şu anda onu yaşıyor. Bu kaçınılmaz bir durum. Çünkü demokrasiden uzaklaştı, hukuktan uzaklaştı. Kendi hatalarını örtmek için de çılgınca işlere soyundu. Bunun sonucunda ne yapacağını bilmez bir insan haline geldi. Erdoğan, cumhurbaşkanlığı sisteminin verdiği avantajla şu anda devlet imkanlarını da kullanarak mitingler yapıyor. Valilikler, kaymakamlar, belediyeler emrine amade. Okullar boşaltılıyor, öğrenciler mitinge götürülüyor. Memurlar mitinge götürülüyor, gitmeyen fişleniyor ve meydanlar dolu görünüyor.

Trajikomik sahneler

Erdoğan niye bu tür yollara tevessül ediyor? Çünkü önemli derecede puan kaybettiğini biliyor. Ekonomi son derece kötü ve bu kötü gidişatı engellemek için birtakım çareler arıyor. Tabana, fakir halka oynamaya çalışıyor. Mesela pazarcıları terörist ilan ediyor. Pazarcıları kaybetme pahasına bunu yapıyor. Kendi hesabında pazarcıların çok fazla bir oyu yok. Halka şirin görünmek telaşında pazarcıları terörist ilan ediyor. Hayvancılık yapanları terörist ilan ediyor. Soğan satanları, patates satanları terörist ilan ediyor. Tanzim satış mağazaları kuruyor. Bunu da tüm halk biliyor ki yürüyecek bir sistem değil. Seçimlere kadar durumu idare etmek için, fakir halkın gözüne girmek için kurulmuş bir sistem. Bu inanılmaz bir şey. Halkın gözünü boyama işi.

Gemisini yürütemeyecek bir kaptanın çırpınışları

Hayvancılık bitmiş durumda Türkiye’de, tarım bitmiş durumda. Bundan dolayı et fiyatları yükseliyor, dışarıdan anguslar ithal ediliyor. Patates, soğan gibi temel gıda maddelerinin fiyatları aşırı bir şekilde yükseliyor. Tüm fiyatlar yükseliyor. Alıcı da rahatsız, satıcı da rahatsız. Bütün bu kötü görüntüye rağmen Erdoğan hala birilerini suçlu ilan ediyor. Ekonomi çökmüş bir durumda. Erdoğan hala birilerini suçlu ilan etmek derdinde ve tanzim satış mağazalarıyla günü kurtarmaya çalışıyor. Ama bu geçici bir çabadır. Sonuç alıcı bir çaba değildir. Kalıcı bir çaba değildir ve bu kötü gidişata karşı çırpınan ama gemisini yürütemeyecek bir kaptanın çırpınışlarıdır.

‘Dine en çok zarar veren şu anda Ak Parti’

Üslupta da seviye olarak bir sıkıntı var. Dini söylemlerin de parti tabanında dahi tepkilere sebep olduğunu görüyoruz. Bunlara rağmen anketler oy oranı yüksek görünüyor. Bunu nasıl değerlendirirsiniz?

Erdoğan dini ve ırki dışlama ve ötekileştirme yapmakla meşgul. Kendini kurtarmak için halkın hassas olduğu konularda sokak dili kullanmaya çalışıyor. Ajitatif bir dil kullanmaya, kısa sürede puan alıcı bir dil kullanmaya çalışıyor. Maalesef halkımızın çoğu dini ve etnik anlamda ayrımcılığa göz yumabilen bir toplum ve Erdoğan da bundan istifade ediyor. Bu konuda ayrımcı bir söylem kullanıyor.

Aslında dine en çok zarar veren parti şu anda Ak Parti olmasına rağmen güya dini bir söylem kullanmaya çalışıyor. Bu ülkenin barışına, kardeşliğine en çok zarar veren parti Erdoğan’ın partisi olmasına rağmen, güya milliyetçilik yaparak bu toprakları sevmeyenlerin yurtdışına gitmesi gerektiğini söylüyor. Birilerini ülkeden kovuyor. İnanılmaz bir şekilde ülkenin cumhurbaşkanı, ülkenin insanlarını kovuyor.işte, ‘Kürt meselesini gündeme getirenler, HDP’liler gitsinler Irak Kürdistanı’na’ diyor. HDP’nin eski eş genel başkanı Demirtaş’ı terörist ilan ediyor. Şu anda bizi de zaten öyle ilan ediyor. Aslında şu anda unutmuş veyahut da insanların unutkan olduğunu zannediyor. HDP’yi zaten habire terörist ilan edip duruyordu. 6 milyon kişiyi terörist ilan ediyordu. Bu bilmediğimiz bir şey değil. Şimdi de gelen tepkiler üzerine ‘Yok, öyle bir şey demedim’ diyor. Zaten balık hafızalı bir toplumumuz var maalesef, bunları kabullenebiliyor.

Düşman hukuku uygulayan bir lider var karşımızda

Çok dışlayıcı ötekileştirici bir dil kullanıyor. Hakaret dili kullanıyor. Her gün bir skandal kelime veya cümle söylüyor inanılmaz bir şekilde. Evet cumhurbaşkanı ve günde bir iki tane miting yapıyor. İster istemez gündem oluyor ama artık Erdoğan hep böyle kötü, çirkin sözleriyle gündem olan bir lider. Yani halkı kucaklayan, halkın kendisine sempati duyduğu bir lider değil. İnanın ki, sokağa çıkın, eskiden Erdoğan’ı destekleyenlerin ona karşı önemli bir öfke duyduklarını göreceksiniz.

Bakın bu dışlayıcı söylem Türkiye’de hep yapılmıştı. Süleyman Demirel, zamanında, başörtüsü meselesi varken, ‘Genç kızlar başörtülü okumak istiyorlarsa Türkiye’de buna izin yoktur. Buyursunlar gitsinler Suudi Arabistan’a’ demişti. Birileri, zamanında komünistler Moskova’ya demişti, dinciler İran’a demişti. Şimdi Kürtleri Kürdistan’a yollamaya çalışıyorlar. Bu halkın vicdanının kabul edebileceği bir hadise değil. Bakın sadece Kürtlerin vicdanının kabul edemeyeceği bir şey değil, tüm halkın vicdanının kabul edemeyeceği bir şey.

Bu ülkeyi yönetemeyen, artık bu yükün altından kalkamayan ama sürekli kutuplaştıran, sürekli dışlayan, sürekli insanları düşman ilan eden, sürekli muhaliflerine karşı düşman hukuku uygulayan bir lider var karşımızda. Muhaliflerini ya yok etmekle, imha etmekle, aç susuz bırakmakla meşgul ya da bu yetmiyorsa onları yurtdışına göndermekle meşgul bir lider var maalesef karşımızda. Bu tabii bu ülkenin binlerce yıllık birliğine dirliğine zarar veren bir söylem. Bu ülkede Türkler var, Kürtler var, Sünniler var, Aleviler var ve insanlar yıllarca hep birlikte hareket etmişler. Bu tür söylemleri bu ülke kabul etmez artık. Bunları kaldırmaz bu ülke. Belli bir toleransı vardır belki ama bu bir yere kadardır. Ve Erdoğan da şartları zorluyor gerçekten. Bu ülkenin tahammül sınırlarını zorlayan bir lider olarak maalesef tarihe geçiyor.

‘Bir Afrika ülkesinden daha kötü durumdayız’

Türkiye demokratik bir rejim üzerine yönetiliyordu. Şimdi tek adamın karar verdiği Ortadoğu ülkelerinden biri mi olduk? Buradan bir dönüş var mı?

Biz insan hakları savunucuları, siyasetçiler olarak çok üzücü günler geçiriyoruz. Çok kayıp dolu günler geçiriyoruz. Türkiye demokrasiyi içselleştirmiş  bir ülke değildi. Demokrasi de zaten bize dışarıdan gelen bir kavramdı. Bir imparatorluk bakiyesi, demokrasiyi, cumhuriyeti  benimsemeye çalıştı ve  bunu belli bir sürede içselleştiremedi çünkü dini anlamda bir gerginlik vardı. Yöneticiler halkı dini açıdan da dönüştürmeye çalışıyordu ve bu da demokrasi ve cumhuriyet gibi kavramlara karşı insanların tedirgin olmasına, yabancılık duymasına neden oluyordu. Bundan dolayı, dini anlamda cumhuriyet elitlerine karşı olan gerginlikten dolayı demokrasi, cumhuriyet gibi kavramları uzun yıllar boyunca Türkiye halkı tartışamadı. Bunlar hep tali konular gibi göründü. Bir dini gerginlik, bir siyasi gerginlik, bir ırki gerginlik hep bu tür önemli kavramları tartışmamızı engelledi. Ama bunlar son derece önemli kavramlar.

 Erdoğan zaten demokrasiyle çok iyi tanışıklığı olmayan böylesine bir toplumda demokratik birtakım hamleler yaptıktan sonra kendi iktidarını pekiştirmeye tamamen dönen bir lider oldu ve son dokuz on yıl boyunca tamamen demokrasiden uzaklaşmaya başladık. Gelinen nokta şu anda bir Ortadoğu toplumundan farklı değil. Hatta bir Afrika ülkesinden daha kötü durumdayız. Bakın 140 ülke arasında yargı bağımsızlığı anlamında yapılan bir endekste 111’inci sırada çıkmışız. 109’uncu sırada Nijerya var. Yani Afrika ülkeleriyle aynı ligdeyiz maalesef şu anda. Son derece kötü bir ortama geldik. Bir tek adam, tek parti rejimi, parti devleti rejimi haline gelmiş durumdayız. İnanılmaz bir şekilde muhalifler, inanılmaz yargısal kararlarla biçilmeye çalışılıyor.

Hatta sizin hakkınızda bir fezleke hazırlandı. Bir konferansta Pervin Buldan’ı dinlerken tepki göstermediğiniz için.

Evet, maalesef inanılmaz bir yargı kararı bizim için de uygulandı. Bir konferansta partimizin eş genel başkanını sadece ve sadece dinlediğim için, konuşmaya tepkisiz kaldığım için, bir milletvekili olarak o ortamda bulunduğum için hakkımda terör örgütü propagandası suçlamasıyla fezleke hazırlandı. Bu iddianameyi hangi hukukçuya göstersem küçük dilini yutacak gibi oluyor. ‘Bu kadar inanılmaz iddiaları da yeni gördük, bu da mı oldu?’ diyorlar.

Yargı maalesef böyle. Muhalifleri susturmak için oluşturulmuş bir sopa haline gelmiş durumda. İnanılmaz bir şekilde insanlar kendi mesleki etiklerini de çiğneyerek, mesleki saygınlıklarını da ayaklar altına alarak muhaliflere karşı böylesine inanılmaz iddianameler düzenleyebiliyorlar. Bunun nedeni tabii tek adam rejimi olması. Maalesef bizim on yıllardır zor bela kazandığımız insan hakları alanındaki kazanımların çok kolay bir şekilde, son 9-10 yılda hızlı bir şekilde elimizden eriyip gitmesini görmek bizi kahrediyor.

Yani işin hakkını vermek lazım, Erdoğan ilk dönemlerindeki AB giriş politikaları veyahut da vesayete karşı birtakım direnişler, açılım politikaları, çözüm süreci demokratikleşme anlamında adımlardı. Biz de Erdoğan’ı eleştirsek de ülkenin hayrına gördüğümüz gelişmeleri desteklemiştik. Erdoğan’ın birtakım hatalarını görsek de ülke adına atılan adımlarda destekçi olmuştuk. Ancak sonrasında Erdoğan’ın tamamen bir U dönüşü yaparak kendi iktidarı için tüm demokratik ve hukuki değerleri ayaklar altına aldığını gördük.

Dönüş noktası tam olarak neresi size göre?

2011 sonrası  kararını verdiğini ve demokrasiden, hukuktan bir dönüş yaptığını düşünüyorum. Yani önüne çıkan çözüm süreci de çok kendinin tercihi değildi. Şartların zorlaması veyahut da istemeden başladığı bir olaydı. Çözüm sürecini de ayak sürüyerek götürdü ve çözüm sürecinin bitmesinin de nedeni kendisi oldu aslında. Çünkü istemeden başladığı bir süreçti, şartların kendisini zorlamasıyla başlamak zorunda hissettiği bir süreçti. O yüzden bu konuda da samimi değildi. Aslında bu Türkiye’nin barışı anlamında çok önemli bir projeydi. Ancak kendisi bu noktada samimi olmadığı için süreçte maalesef yürümedi ve tıkandı. Sonunda birçok insanın canını kaybettiği çatışmalar yine başladı ve şu anda gelinen noktada, ülkede Kürt meselesinde derin bir çözümsüzlüğün olduğu bir aşamaya ulaşmış olduk.

Bu da hiçbirimize hiçbir şey vadetmiyor. Belki Allah korusun, bir yüz yıl daha bu çözümsüzlük devam edecek. Bizler, çocuklarımız, torunlarımız ölmeye devam edecek. Ama bu, dönüşüm politikasını gerçekleştirenlerin umurunda olmayacak. Onlar hamasetle uğraşacaklar. Yeter ki iktidarları devam etsin, yeter ki otoriter rejimleri devam etsin. İnsanların çoluk çocuğu ölsün önemli değil. Ama onların halkın hamaset duygularından yelkenlerini şişirerek edindikleri güç devam etsin ve iktidarlarını sürdürsünler. Dertleri bu maalesef. Bu da hiçbir şekilde çözüm değil.

Şu anda bakın önemli kırılmalar oluyor. İnsanlar dini anlamda kırılıyorlar çünkü güya dindar görünen bir iktidarın en başta insanları dinden soğutan, uzaklaştıran bir etken haline geldiğini görüyorlar. Kürtler bu ülkeden kopuyorlar, ruhen bir kopuş yaşıyorlar. Çünkü kendilerini ülkeden kovmak isteyen bir cumhurbaşkanı var. Böyle bir ortamda siz o ülkede mutlu kalabilir misiniz? Aleviler şu anda tamamen mutsuzlar çünkü dışlandıklarını, ötekileştirildiklerini düşünüyorlar. Toplumda demokratlar, solcular tamamen dışlandıklarını düşünüyorlar. Farklı toplum kesimleri, OHAL nedeniyle mağdur edilenler, KHK’lılar… toplumda milyonlarca üvey evlat var. Bu da bir toplumda huzuru, barışı, geleceği yok eden bir husus olarak önümüzde maalesef.

Farklı mahallelerden olanların bu son süreçte birbirlerini anlamaya ve desteklemeye başladığını görüyoruz. Sizce bu devamlı olacak mı? Mağduriyetlerin ortadan kalkması için bir araya gelme organize edilir mi? Bir sonuca götürür mü?

Ben Türkiye’nin kurtuluşunu, ancak bu mağduriyetler sonrası insanların kendilerinin dışındaki insanları anlamaları ve bir ortak payda da insan hakları, özgürlükler, hukuk ekseninde birleşmeleri olarak görüyorum. İnsanlar musibetlere uğrasa da o musibetler kendilerine bir nasihat olarak dönüyorsa ve oralardan kendileri için bir dönüşüm kazanıyorlarsa işte bu, ülkenin kurtuluş reçetesi olacaktır. Başka bir kurtuluş reçetemiz yok.

Bir ışık görüyor musunuz?

Bu anlamda bir ışık görüyorum. Çünkü insanlarla çok temas halindeyim. Mağdur olan herkes ötekini anlıyor. Yani mesela ben KHK mağdurlarıyla çok konuşuyorum ve şu ana kadar hissetmedikleri önemli sorunları hissettiklerini görüyorum. Onlar şu ana kadar işte Kürtlerin, Ermenilerin, Alevilerin, solcuların, demokratların uğradığı mağduriyetleri hiç anlamıyorlardı. Ama şu anda uğradıkları mağduriyetten dolayı tüm ötekileştirilenleri çok iyi anladıklarını söylüyorlar.

Böyle çok itiraflar ve özeleştiriler alıyorum ve artık eksenlerinin insan olmak üzerine olduğunu görüyorum. Bu noktada ben karamsar değilim. Çünkü toplumun önemli bir özeleştiri yaptığını görüyorum ve bunları da çok önemsiyorum. Hatta en önemsediğim şey bu. Çünkü acılar yaşanabilir, herkes bir acı yaşayabilir. Onun hikayesini anlatabilir, onunla avunabilir. Ya kazanır ya kaybeder. Bunun bir anlamı yoktur. Buradan bir ders çıkarmadıktan sonra hiçbir anlam ihtiva etmez. Bir ders çıkarıyorsak o zaman bizi bir sonuca ulaştırır. Avrupa’da da bu böyle olmuştur. İnsanlar uzun yıllar boyunca dini, etnik ayrımcılıklar, bağnazlıklar, yobazlıklarla uğraşmıştır. Sonunda birtakım demokratik, hukuk kurallarına dayanan devletler kurup kendilerindeki bu problemi aşmış ve ilerlemiş, gelişmiş ülkeler olmuşlardır.

Şu anda Türkiye maalesef gelişemeyen, gerileyen, kendisini boğan, kavga eden bir ülke durumunda. Yani belki yemesi gereken kırk fırın ekmek var halen. Ancak biz bu özeleştirilerle bir yere gidebilirsek bu çatışmalardan bir hayır çıkabilir. Bu çatışmalardan bir hayır çıkması ancak ve ancak bizim özeleştiriler yapmamız, hatalarımızı kabul etmemiz, her bireyin ve toplumsal grubun özeleştiri yapması, kendisindeki hatayı itiraf etmesi ve onu bir daha yapmamaya çalışmasıyla olacak. Yoksa işte ‘dün sen beni mağdur ettin; yarın ben güçlü olayım, seni mağdur edeyim’ mantığıyla uğraşacaksak mağdur olanlar, mağlup olanlar çareyi sadece kazanmak olarak görecekse bizim daha çok yıllarımız var adam olmak için. Gerçekten çok çok zor bir dönemi yaşarız. Ama bu noktada ben çok kötümser değilim. Çünkü insanlarımızın acılar yaşadıkça birtakım gerçekleri gördüğünü de görüyorum.

Siz mağduriyetlerin üzerinden en çok duranlardansınız. Mağdurlarla görüşen, konuyu defalarca Meclis’e getiren bir milletvekilisiniz. KHK’lardan sonra ihraç, gözaltı, tutuklamalar oldu. Rakamlara göre 500 bin kişi adli işlem geçirmiş bebekler de dahil. Hapishanelerde de 17 bin kadın var, bebek ve çocuklar var. Hasta tutuklular var. Şimdi de kaçırma olayları var. Bir ay içinde beş kişinin kaçırıldığını öğreniyoruz. Neden kaçırılıyor bu insanlar? Neden gözaltına alınmıyorlar, tutuklanmıyorlar da kaçırılıyorlar?  

Ülkede maalesef OHAL bütün yoğunluğu ile hissediliyor. OHAL bile yok aslında. OHAL Anayasa’nın izin verdiği bir hal, bazı hakların biraz askıya alınması diye tarif ediliyor Anayasa 121’de. Ancak şu anda hukukun tamamen ayaklar altına alındığı, temel insan hak ve hürriyetlerinin tamamen ayaklar altına alındığı bir dönemi yaşıyoruz. Birileri darbe sonrasında, hani ‘Devletin bir refleksidir. Devlet kendini kasıyor, bir refleks gösteriyor. Yaptıklarını normal karşılayalım, tabii ki devlet kendisini koruyacak’ gibi savunmalarla yapılanların doğru olduğunu söylemeye çalıştı. Biz o zaman da ‘Hayır’ dedik, ‘bunun teşhisi doğru değildir, bu yanlış bir teşhistir.’ O zamanda da Erdoğan, kendi iktidarını tahkim etmek için darbe girişimini kullanıyordu. Yoksa darbe yapılmış, bastırılmış ‘Beyaz bir sayfa açalım. Hep beraber demokrasi, hukuk anlamında hepimiz gayret edelim’ deseydi buna hepimiz vardık. Ancak Erdoğan’ın kafasında böyle bir şey yoktu. O tamamen kendi iktidarını tahkim etme peşinde koşuyordu ve her türlü durumu iktidarının kuvvetlenmesi için kullanıyordu. Tabii muhalif gördüğü tüm güçlere karşı çok şidetli bir şekilde hukuku ayaklar altına alan uygulamalar içine girdi.

Beyaz Toroslar dönemi

Bu tabi 90’lı yılları hatırlatıyor bize. Beyaz Toros’lar vardı biliyorsunuz. O zamanlarda da birilerini cezalandırmak, uzun süreli sorgulamak için beyaz Toros’lara genelde bindirip götürürlerdi. Uzun süre bu insanlardan haber alınamazdı. Daha sonra bir yargısız infaz yapılıp bir dere kenarına atıldıkları tespit edilirdi. Cumartesi Anneleri buradan oluştu. Çocuklarını arayan Cumartesi Anneleri, bu beyaz Toros’lardan sonraki hadiselerle cesetleri aramak için ortaya çıkan annelerdi.

Şu anda da son kaçırılan 5 kişinin yakınlarıyla görüştüm. Son derece tedirginler. Ağlayan eşler, psikolojik çok önemli sorunlar yaşayan çocuklar ve günlerdir bekleyen iki gözü iki çeşme anneler, babalar, kardeşler… inanın ki onlarca kişi büyük bir dram yaşıyor. Bunlara şahit olan kişi olarak çok çok üzülüyorum. Çünkü bu insanlar gelip bana başvuruyorlar. Ben bir insan hakları savunucusuyum, aynı zamanda Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu üyesiyim. Bu tür hadiselere son derece duyarlıyım. Kime yapılırsa yapılsın, hangi kesimden insana yapılırsa yapılsın bunlara karşı çıkıyoruz. İster sağcıya ister solcuya, ister Türk’e ister Kürt’e, ister dindara ister dinsize kime yapılırsa yapılsın hep karşı çıktık, çıkacağız da.

Bu hadiselerin daha çok şu anda KHK’lı veyahut da Gülen Grubu’na mensup olma suçlamasıyla aranan kişilere yönelik yapıldığını tespit ediyoruz. Belki bir kişinin araması vardır, yakalanır; ancak eğer bunlar, gözaltına alanlar devlet görevlisi ise, yakınlarına bir haber verir. ‘Bizde bu kişi. Onu bir müddet için gözaltında tutuyoruz, hakkında bir yargılama var’ gibi bilgiler verir. Ancak şu anda öyle bir şey de yok. Bu insanlar muhtemel ki devlete bağlı birtakım birimler tarafından götürülmüş ve sorgulanıyor. Neye sorgulanıyor böyle günlerdir, ne yapılıyor bu insanlara? İşkence yapılıyor mu? Ne oluyor, ne bitiyor bilmek mümkün değil.

Kimse görmüyor, bilmiyor, duymuyor

Günlerdir Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde basın toplantıları yapıyorum. Hepsinde çağrılar yapıyorum. En başta Cumhurbaşkanlığına, İçişleri bakanlığına, Ankara, İstanbul, Edirne, Antalya emniyet müdürlüklerine çağrılar yapıyorum. Ve soru önergeleri veriyorum bakın, hepsi hakkında ayrı ayrı soru önergeleri verdim ve bürtakım konuların aydınlatılmasını istedim. Ama Türkiye’de bu insanlar adeta yer yarıldı yerin dibine girdi. Hiç kimse görmüyor, bilmiyor, duymuyor; araştırma ihtiyacı hissetmiyor, cevap vermiyor. Birtakım insanlar kaybolmuş, hiç bir cevap yok. Yahu siz cevap vermiyorsunuz memlekette MOBESE kamerası da mı yok? Bu insanlar hiçbir MOBESE kamerasına da mı takılmadı? Hayır bakıyorsunuz her nedense MOBESE kameraları da çalışmıyor. Bozukmuş, şu bu gibi şeyler söyleniyor.

21. Yüzyılda 2019’da Türkiye’de inanılmaz bir şekilde son bir ay içinde 5 kişi kaçırılmış durumda ve hiçbir devlet görevlisi bu konuda bir açıklamaya yanaşmıyor. Bu da adeta bir rekor Türkiye’de, hukuksuzluk adına bir rekor. Çünkü böylesi bir dönem yaşanmamıştı. Bir ay içinde beş kişi kayboluyor ve devlet kurumlarının umurunda olmayan bir dönem görmedik açıkçası. Şu an Türkiye hukuksuzluk devleti anlamında dibe vurmuş bir ülke. Yani her gün bakın, endekslerde dibe vuruyoruz. Yargı bağımsızlığında 140 ülke arasında 111’inci durumdayız. Hukukun üstünlüğü endeksinde 112 ülke arasında 109’uncu sıradayız. Her geçen gün dibe inen, Afrika liginde dolaşan bir ülke durumundayız.

Böylesi bir ülkede en çok iş de tabi bize düşüyor, insan hakları savunucularına düşüyor. Ama tabii üzücü bir şekilde bu tür konuları gündeme çok fazla getiren yok.

Kimlerin gündeme getirdiğini de ancak sosyal medyadan takip edebiliyoruz. Bir de ‘beka’ sorunu var. Darbe girişiminden sonra yapılan bu sert hamleleri halk ‘devlet kendisini koruyor’ diyerek hazmediyor şeklinde yorumladık. Şimdi de mutlaka bir şey yapmıştır bu insanlar diye düşünüyor olabilirler mi? Her şey göz önünde yaşanıyor ama görülmüyor?

Maalesef Erdoğan şu anda yüz yılın rövanşını aldığını düşünüyor. Birtakım Neo Osmanlıcı rövanşist duygular yaşıyor. Ahmet Davutoğlu da bunları çok gündeme getirirdi. O iktidardan uzaklaştı ancak onun düşüncesi hala hakim. Maalesef Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra  bir yenilgi alındı. Bunun yüz yıllık rövanşının alındığını falan düşünen devlet yetkilileri var. Yeniden bir devlet yapılanması içinde olduklarını düşünüyorlar. Yeniden cumhuriyeti kurduklarını düşünüyorlar. Cumhuriyet içinde yeniden bir temizlik harekatı olması gerektiğini düşünüyorlar. Tüm muhaliflerden Türkiye Cumhuriyeti devletinin temizlenmesi gerektiğini düşünüyorlar. Bunlar kendi vatandaşları olsa bile. Ve yeniden bir cumhuriyet kurduklarını, yeniden bir yapılanma içinde olduklarını düşünüyorlar. Bunun adına da ‘beka’ diyorlar.

Yani aslında Türkiye’de demokrasi ve hukuk sorunu var. Ancak bunlar böylesine bir hastalığı tanımıyorlar, bilmiyorlar. Teşhis etmiyorlar. Var olsa bile böyle bir hastalığın tedavisiyle uğraşmak istemiyorlar. Başka bir hastalık bulmuşlar kafalarınca. Türkiye’nin bekasında sorun, bir hastalık olduğunu düşünüyorlar ve beka sorunu var diyorlar. ‘Yeniden yapılanmamızla ilgili çok ciddi sıkıntılar, zayıflıklar var. Daha otoriter bir devlet olmalıyız, yeniden yapılanan bir devlet olmalıyız’ gibi birtakım düşünceler var. İşte bunun için Osmanlı dizileriyle hamaset pompalanıyor. Ak Parti-MHP işbirliği bunun için yapılıyor. Derin devlet ve Ak Parti ortaklığı bunun için yapılıyor. Herkes kendi menfaatini koruyor ve herkes kendi muhaliflerini ezerek bekayı sağladığını düşünüyor. Ama bu beka sadece ve sadece ülkenin otoriterleşmesine, demokrasi ve hukuktan uzaklaşmasına neden oluyor. Başka hiçbir şekilde sonuçlanmıyor.

İnsanlar artık sorgulamaya başladı

Her gün yeni yeni insanlar yeniden uyanıyorlar. Her geçen gün, Erdoğan’ın bu yaptıklarının memlekete hayır değil bir zulüm getirdiğini anlayan insanlar oluyor. İnanın ki insanlar birazcık aklı selim sahibi ise ve sağduyu sahibi ise bu gidişatın doğru olmadığınıgörüyor ve Erdoğan’ı desteklemekten uzaklaşıyor. Ben böyle çok insan görüyorum. Siz bakmayın çeşitli ana akım medya ekranlarına. İnsanlar artık sorgulamaya başladı ve bu beka meselesinin aslında bir otoriterleşme, Erdoğan’ın rejimini tahkim etme meselesi olduğunu anladılar.

Ülkede bir beka meselesi varsa o da hukuktan uzaklaşıldığından dolayıdır. Bir ülke devletin temeli olan hukuktan, adaletten uzaklaşıyorsa o ülkede bundan dolayı beka sorunu vardır. Adalet devletin temelidir diye boşuna mı söylüyoruz? Bir ülkede adalet devletin temeli olmamışsa o ülkede asıl bundan dolayı beka sorunu vardır. Ama bu ülkenin egemenleri kesinlike böyle bir hastalığı tanımıyor hatta o hastalığın müsebbibi kendileri oluyor. Adaleti daha siyasallaşmış bir hale getiriyorlar, yargıyı daha siyasallaşmış bir hale getiriyorlar. Adalet duygusu ayaklar altında sürünüyor, vicdanlar kanıyor ama bunlar kendi otoritelerini devam ettirmek için beka denen bir kelime uydurmuşlar. Bu beka ise devletin yeniden yapılandırılması, birtakım güçlerin muhalifleri ezerek tamamen yönetimi ele geçirmesi anlamına geliyor maalesef.

Bu durumda Türkiye olarak dünyanın gözünde yerimiz ne oluyor?    

100-200 yıldır bu topraklar dünya nezdinde iyi anılmıyor. Yani belki 200 yıl önce bu topraklara ‘hasta adam’ deniliyordu çünkü Osmanlı çöküş dönemindeydi. Ve Osmanlı kendi hastalığını da anlayamıyordu ve çöküşünü engelleyemiyordu. Çöküşünü engelleyecek nedenler üzerinde yoğunlaşamıyordu. Yeniden yapılanmanın nasıl başarılacağını anlayamıyordu ve vitrine oynuyordu. Baskıyla, zorbalıkla ülkeyi ayakta tutmaya, yıkılışı ve çöküşü engellemeye çalışıyordu sultanlar. Bunu da en çok Abdülhamit yapmıştı ve ülkede demokrasi ve hukuku tesis etmek yerine baskıcı bir rejimle sorunları gidermeyi düşünüyordu. Çok baskıcı bir rejim kurmuştu. Şu anda da Erdoğan’ın ona özenmesi boşuna değil çünkü Abdülhamit de ülkenin tüm aydınlarını küstürme pahasına son derece baskıcı bir rejim kurmuştu. Güya beka sorununu halledecekti, Osmanlı yıkılmayacaktı. Burada da yine hukuk, demokrasi gibi değerler değil, ülkenin bekası baskıcılıkta aranıyordu.

Şu anda da yine aynı dönem yaşanıyor. Ülkede aslında yeniden gelişme adımları atılması gerekirken, yeniden hamleler yapılması gerekirken; toprağımızla, nüfusumuzla, her şeyimizle buna müsait bir ülke iken, parmakla gösterilen bir ülke olabilecekken hakimiyet tesis edilerek beka sorununun giderildiği düşünülüyor. Bu kabul edilebilecek bir durum değil. Aynı şey tekrar ediyor ve bundan dolayı en az 200 yıldır bu ülke, dünya devletleri nezdinde son derece kötü bir pozisyonda. Hep ya hasta adam ya çeşitli hukuksuzlukların yapıldığı bir ülke, gelişemeyen bir ülke, az gelişmiş bir ülke, başında hep diktatörlerin olduğu bir ülke olarak anılan bir ülke haline geldi. Aslında birçok ülkeden iyi durumdayken o ülkeler bizi geçti ve biz alt sıralara düştük dünya liginde.

Şu anda maalesef dünya demokrasi endekslerinde hızla dibe inen ve gittikçe de kötüleşen, umut vadetmeyen bir ülke olduk. Dışarıdan görünümümüz de oldukça kötü. İçerden de dışarıya doğru büyük bir göç var. KHK mağdurlarına biz sorduk, mesela ‘ülkede durmak istiyor musunuz?’ diye. Tamamına yakını gitmek istiyor. ‘yeter artık, bu ülkede durmak istemiyorum’ diyor. Şu ana kadar OHAL döneminde 2,5 yılda 60 bine yakın insan ülkeden ayrılmış. Bunların çoğu da üst düzey eğitim almış, üniversite bitirmiş, nitelikli insan grubu bakın. İnsanlar bu ülkeden umudunu kaybediyor ve ülkeden gidiyorlar, uzaklaşıyorlar. Bir beyin göçü oluyor maalesef.

Bir dönem Türkiye, Ortadoğu’daki ülkelere bir model olarak gösteriliyordu. Şimdi ise biz de o ülkelerden biri haline geldik. Ve beka sorunundan bahsederken de bir yandan TSK’da tasfiyeler yapılıyor. 30 bin askerin daha tasfiyesi gündemde. Peki yerine ne koyulacak? Beka neye dayanarak korunacak?

Bu bir derin devlet kararı. Sadece darbeyle alakalı değil, bunu baştan beri söyledik. OHAL yönetimi, OHAL uygulamalarının bir devletin kendini koruma refleksi olmadığını, yeniden bir yapılanma operasyonu olduğunu söyledik.

Her gün bir bahane buluyor. Yok işte ankesörle aranmış insanlar varmış benzeri birçok şey söyleniyor. Bu ne demek? Aslında bu ortaçağda yapılan bir cadı avının 21. Yüzyıl Türkiyesi’nde tekrarı anlamında, başka bir şey değil. Ortaçağda da dini veya siyasi erkin muhalif gördüğü insanşar cadı ilan ediliyordu. Bunlar bazen bilim adamları oluyordu, bazen siyasetçiler, bazen sanatçılar, bazen eleştiren insanlar cadı oluyordu. Bunlar ateşlere atılıyordu, yakılıyorlardı. Ve bu insanların yakılmaları büyük bir neşeyle, keyifle seyrediliyordu. Herkes alkışlıyordu bunu. Bir zamanlar Roma’da ilk hristiyanlara bu yapılıyordu biliyorsunuz. Arenalarda vahşi hayvanlara, aslanlara parçalatılıyordu insanlar. ve bu çok normal bir hadise olarak görülüyordu. Şu anda da ülkemizde maalesef kendisinden olmayan herkesi, tüm muhalifleri imha operasyonu tüm hızıyla sürüyor. Bu da ülkeyi aslında Suriyelileşmeye de doğru götüren çok korkunç ve üzücü bir yolu oluşturuyor.

Peki düzelir mi bu durum?

Bunlar dediğim gibi hep büyük imtihanlar. Biz bunlardan sonra yeniden demokrasiyi seçersek, demokrasinin güzelliğini, hukukun üstünlüğünün önemini anlarsak bu ülke düzelir. Yoksa biz bu kavgaların içinde olmayı seçeceksek bu ülkenin bir Suriye’den bir Irak’tan bir Libya’dan farkı kalmayacaktır. Bakın iki kere iki dörttür: Biz ya korkunç bir sonu tercih edeceğiz ya da belki büyük zorluklarla müzadele etme pahasına  gelişmiş, demokratik bir hukuk devleti olacağız. Başka bir yol yok.

Doğrusu

Yorumlar