2011-08-31 00:00:00

Azınlık temsilcilerinin hükümet nezdindeki talepleri yeni bir kararnameyle karşılık buldu. Buna göre azınlık cemaatlerinin mal edinmesinin yasaklandığı 1936 beyannamesinde kayıtlı olup “sahip” bölümü açık olan tüm taşınmazlar tapu kayıtlarındaki haklarıyla birlikte cemaat vakıflarına verilecek. 1936 beyannamesinde kayıtlı olup kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı mallar da cemaatlere devredilecek. Kamu kurumları adına tescilli olan mezarlıklar ve çeşmelerin tamamı azınlık vakıflarına verilecek. Cemaat vakıflarınca satın alınmış veya bağışlandığı halde mal edinememe gerekçesiyle devlete geçen taşınmazlardan başka kişilere satılanlar için ise Maliye Bakanlığı’nın belirleyeceği rayiç üzerinden tazminat ödenecek. Vakıfların 1 yıl içinde başvurması üzerine Vakıflar Meclisi’nin olumlu görüşüyle iade işlemleri yapılacak.
Azınlıklara yapılan haksızlık son buluyor. Yenilerinin kurulmasını desteklemek bir yana azınlık vakıflarının gayrimenkullerine el konuluyor , ekonomik olarak açmaza sokulmaktaydı. Kamuoyunda “36 Beyannamesi sorunu” olarak bilinen konu, bu durumu gösteren en çarpıcı örnekti. Bu şekilde azınlık vakıflarının birçok gayrimenkulleri ellerinden alınmış, bağış, vasiyet, vs herhangi bir yolla gayrimenkul edinmelerinin önüne geçilmişti. YIllardır hukuk göz ardı edilerek yapılan haksızlık bitti. Başbakan Hrant Dink’in “Güvercin tedirginliği içindeyim” diyerek ruh halini ifade ettiği sözlere atıfta bulunarak bu haksızlığı bitirdiklerini belirtti.

Bu azınlıklara verilmiş bir taviz değil, yıllardır yapılan bir gaspın bitirilmesidir. Yıllardır bu konuda siyasi mülahazalara takılmadan ve hiçbir komplekse kapılmadan ifade ettiğimiz bu gaspın sona erdirilmesi ülkedeki azınlık ve çoğunluk arasındaki barış ve dostluğu arttırmaktan başka bir şey getirmeyecektir. Kimi çatlak sesler de duymuyor değiliz. “Azınlıkların hakları verildiyse Ayasofya’da da ibadet olsun” deniyor. Sanki “Ayasofya’da ibadet edemiyeceksek gaspedilen hakları da geri verilmesin” der gibi bir sızlanış bu. Tabiî ki tüm mağduriyetler giderilsin ama bu “Hakkımı alamıyorsam başka mazlum da hakkını almasın” gibi bir anlayışı açığa çıkarıyor ki bunun yanlışlığı tartışmasızdır.

 
Türkiye’de yeni ve olumlu birçok gelişme yaşanıyor. Askerler 4 yıllık aradan sonra “Sayın Cumhurbaşkanı” yerine “Sayın Cumhurbaşkanım” demeyi öğreniyor mesela. Bu bizim ülkemiz için önemli bir gelişme. Başka ülkede astların üstüne saygısızlığı mevzubahis bile olamayacakken bizim ülkemizde bu gelişme haklı olarak büyük bir gelişme olarak karşılanıyor. Azınlıklar ve kendisini azınlık hissedenler çok uzun bir aradan sonra adalet uygulamaları ile tanışıyorlar.
 
Lozan konferansındaki hususlar aslında yeni Türkiye’nin tekrar değerlendirmesi gereken hususlarıdır. Türkiye’de azınlık statüsünde olmayan ama kendini 2. sınıf vatandaş gibi hisseden önemli bir topluluk ve bunun doğurduğu önemli etnik sorunlar vardır. Bu konu ile ilgili bilimsel bir yazıdan alıntılar yaparak konuyu tetkik edelim.
“Lozan Konferansı tutanakları incelendiğinde, Azınlıklar Alt Komisyonunun karşılaştığı temel sorun; azınlıkların korunması için konulacak hükümlerin hangi kategoriye giren kimselere uygulanması gerekeceğini, kararlaştırmak olmuştur. Alt Komisyon önce bütün etnik azınlıkların, başka bir deyişle Müslüman olmayan azınlıklar gibi Müslüman azınlıkların da -örneğin Kürtlerin, Çerkezlerin ve Arapların- koruma tedbirlerinden yararlanmalarında ısrarcı olmuştu.
 
Ancak Türk heyetinin bu konuda direnmesi ve İsmet İnönü'nün “Türkiye'de hiçbir Müslüman azınlık yoktur; çünkü Müslüman nüfusun çeşitli unsurları arasında hiçbir ayırım gözetilmemektedir” yönündeki tartışma kabul etmez itirazları neticesinde bu hükümlerin sadece Müslüman olmayan azınlıkları kapsaması konusunda uzlaşma sağlanmıştır….
 
Alt- Komisyon II. maddenin bu azınlıklara yeter ölçüde koruma sağlayacağı umudunda olduğunu belirtmiş, Lord Curzon ise buna pek güvenmemekle birlikte, böyle olduğunu ummak istediğini beyan etmiştir. (3)…
 
Alt Komisyonun bu konudaki görüşlerini etkilemesi ve Türk heyetinin savunmasını desteklemesi açısından “konferans boyunca önde gelen Kürt şahsiyetlerine, Ankara'ya ve konferans sekretaryasına çektirilen telgraflarda, Kürtlerin Türklerle birlikte yaşama azim ve kararında oldukları ifade edilmiştir.” (4)…
 
– 39/5. maddesinde ise “Türkçe'den başka bir dil konuşan Türk uyruklarına mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıkların sağlanacağı” belirtilmiştir. Bu madde de Türkçe'den başka dil konuşulanlar denmekle sadece gayrimüslim azınlıklar değil, anadili Türkçe'den başka olan tüm Türk uyrukları anlaşılmalıdır. Bu madde ile anadili Türkçe'den başka olan uyruklara pozitif hak tanındığı ve diğer uyruklardan farklı olarak kendi dillerini mahkemelerde kullanabilmeleri için kolaylık sağlama yükümü getirildiği görülmektedir…
 
Getirilen bu hakların güvencesi ise Lozan Antlaşmasının 37.maddesi'dir. Buna göre “Türkiye 38. maddeden 44. maddeye kadar olan maddelerin kapsadığı hükümlerin temel yasalar olarak tanınmasını ve hiçbir kanunun, hiçbir yönetmeliğin (tüzüğün) ve hiçbir resmi işlemin, bu hükümlere aykırı ya da bunlarla çelişir olmamasını ve hiçbir kanun, hiçbir yönetmelik ve hiçbir işlemin söz konusu hükümlerden üstün sayılmamasını yükümlenir”. Bu maddeye göre, Türk hükümeti Lozan Antlaşması'nı temel yasa olarak kabul etmiş ve buna aykırı hiçbir düzenleme yapmamayı yükümlenmiştir….
 
Türkiye Cumhuriyeti Devleti Lozan Antlaşmasında kabul ettiği azınlık haklarının yaşama geçirilmesi konusunda hiçbir zaman istekli olmamış, Lozan'da azınlıklara tanınan haklan tam olarak içine sindirememiş, buna rağmen, görüşmelerin tıkanmaması için onaylamak zorunda kalmıştır. Ancak Türkiye Cumhuriyeti bu maddeleri dış devletlerin Türkiye'nin iç işlerine müdahalesi olarak görmeye devam etmiş ve uygulanmasın! engellemek için çeşitli yöntemler denemiştir…
 
Bu politika kapsamında Türkiye'de bulunan azınlıkların hakları konusundaki uygulama, uluslararası konjonktüre uygun olarak değişiklikler arz etmiş, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan azınlıklar uluslararası arenada bir koz olarak kullanılmıştır. Örneğin 1964 Kıbrıs olayları sırasında ilk önce İstanbul'da Rum adını çağrıştıran semt isimleri değiştirilmeye başlanmıştır. (Galata'nın adının Karaköy, Samatya'nın adının Kocamustafapaşa, Ağva'nın adının Yeşilçay olarak değiştirilmesi gibi). Programlı bir şekilde yürütülen “Vatandaş Türkçe konuş” “Türk'ten Türk'e alışveriş” kampanyaları Türkiye'yi azınlıklardan arındırma ve Türkleştirme çabalarının örnekleridir…..
 
 
 
– Lozan Antlaşması'nda yukarıda açıkladığımız üzere sadece gayrimüslim vatandaşlar azınlık olarak kabul edilmiş, ancak Türkiye'de oturan, Türkçe'den başka dil konuşan tüm Türk uyruklarına da haklar tanınmıştır. Gayrimüslimlere tanınan hakların güvencesi madde 44 gereğince uluslararası güvence olmasına karşın, diğer gruplar için böyle bir güvence bulunmamaktadır. Ancak uluslar arası denetimin olmamasının Türkiye'ye bu hakları ihlal imkanı vermediği ve Antlaşma'yı imzalamakla ona uymayı yükümlendiği de açıktır.
 
Bu açıdan bakıldığında, Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir azınlık hakları belgesi ve insan hakları belgesi olarak nitelendirilebilecek Lozan Antlaşması'nı her türlü önyargı ortadan kaldırılarak antlaşmada belirtilen herkese tam olarak uygulaması, Lozan'a aykırı tüm mevzuatı değiştirmesi ve fiili her türlü engeli kaldırması gerekmektedir.” http://bianet.org/bianet/kultur/46222-lozanda-farkli-kokenlilere-taninan-haklar (Av.Zeynep Aydın)
 
 
 
Azınlık veya kendini azınlık gibi hissedenlerin durumunun düzeltilmesi diğer azınlıkların veya çoğunluğun en temel ahlaki görevi olmalıdır. Çokkültürlü, insan haklarına saygılı, demokratik bir ülke olmamızın ilk adımı Lozan'ın azınlık haklarını içeren bu bölümlerinin tam olarak, samimiyetle uygulanmasından geçmektedir.

Yorumlar