2018-03-01 00:00:00

.

Yazı serimizin 3. bölümüyle devam ediyoruz.

Uzlaşma, demokrasi, dinler arası diyalog söylemleriyle ortaya çıkan Gülen grubu klasik İslamcıları rahatsız ediyor ancak köprü arayan laik kesimin de ilgi odağı oluyordu. Radikal İslam'ın artan etkisi birçok kesimde artan bir tedirginliğe neden oluyor, Gülen grubunun uzattığı eli tutuyor, yükselen değer dinin, kendilerince kabul edilebilecek formuna ilgi duyuyorlardı. Bu durum, demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi kavramların daha çok duyulması ve tartışılması gibi bir avantajı sağlıyordu. Ancak bu durumun bir de riski vardı. Kavramların grupla özdeşleşmesi ve grubun başarısızlığı halinde kavramların da gözden düşme ihtimalinin olmasıydı. Yeni kullanımları şüpheyle izleyen sekülerler için kavramları kullananlara kalıcı güvensizliğin oluşması, dini gruplar adına çok büyük bir kayıptı aslında. Sonradan ortaya çıkan iki grup arasındaki kavganın verdiği en büyük zarar, bu kavramların değersizleşmesiydi. Demokrasi, insan hakları, özgürlükleri “Dinin protestanlaştırılması” gibi gören klasik  İslamcı anlayış, olumsuz tecrübeyle bu kavramları iyice mahkum edecekti. İnsan hakları ve demokrasiyi araçsallaştıran anlayışları bahane eden İslamcılar, bu kavgalar sayesinde tarihi çatışmanın hep tekrar edeceği düşüncesinde karar kılıyorlardı. Batıdaki yükselen İslamofobi, karikatür krizleri ortak paydada buluşmaya çalışanları zor duruma düşürüyor, çatışmacı yaklaşımlar kuvvetleniyordu.

Ergenekon davası 2007'deki yargının siyasallaştığı 367 skandallarından sonra esaslı bir hesaplaşma düşüncesiyle başlatılmıştı. Zekeriya Öz, İtalya'daki meşhur savcılara benzetiliyor, muhafazakar camia bu davaya büyük umutlar bağlıyordu. Hazırlanan iddianame yeni bir terör örgütü iddiasıyla ortaya çıkmıştı. Savcı Öz'ün iyi korunması gerektiği ve yetkilerinin artırılması gerektiği konuşuluyordu. Bu dava sırasında gelişen Danıştay baskını dengesiz kişiliğiyle dikkat çeken Alpaslan Aslan'ın birileri tarafından kullanıldığı iddialarının ortaya atılmasına neden oluyor , komplo teorileri konuşuluyordu. Yargının siyasallaşması kötülüğünü,  yargı bağımsızlığı istemiyle karşılaması gereken muhafazakarlar, yine komplo teorilerine sığınıyordu. 367 kararındaki siyasallaşmadan rahatsız olanların Ergenekon davasıyla bir başka siyasallaşmaya imza attığı henüz anlaşılmıyordu. Ergenekon davası, intikam duygusunun ağır bastığı bir dava olunca haklı olabilecek hukuki argümanlar da değersizleşiyor, yargı yine siyasallaşıyordu. Bu üzücü sonuç, tarihi bir fırsatın kaçırılmasına neden oluyordu. Demokrasi söyleminin dindarlar tarafından yeterince içselleştirilememesi, hem kötü tecrübeye hem de kavramlardan soğumaya yol açıyordu.
Yargının siyasallaşmasının acı mağduriyetini çok yaşayan hükümet ve Gülen grubu, güçlü oldukları zamandaki Ergenekon davasında imtihanı kaybediyor, abartılı gözaltılar, uzun süreli cezalandırmaya dönmüş tutukluluklarla davaya güvenin azalmasına yol açıyorlardı. Aslında bu dava, insan hakları savunucularını, hakları gasp edilmiş azınlıkları, Kürtleri de heyecanlandırıyordu. Ancak davanın arkasındaki hükümet ve Gülen grubu hukukun üstünlüğü ilkelerine riayet etmiyordu. Ergenekon davası büyük bir şanstı, zira yakın dönem derin devlet marifetlerinin ortaya çıkması, demokratik yüzleşme için bu dava çok iyi değerlendirilebilirdi. Ama sansasyonel manşetlere, karşıt gücün belinin kırılması için çok şeyin mübah addedilmesine evrildi ve büyük bir demokratikleşme şansı kaybedildi. Bu kötü sonucun gereken özeleştirisi hakkıyla yapılmadı. Dava, gerçekten hukuki ilkelere göre yürüse demokrasiyi gereğinde boyunduruğuna alan statükocu anlayışın beli kırılabilir, demokratik bilinç olgunlaşabilirdi.
Sonunda kavga  başlamıştı. Erdoğan ve Gülen'in anlaşmazlığı büyüyor, gerilim her geçen gün artıyordu. İlk önceleri uzun süre tabandan saklanan sürtüşme, gittikçe büyüyor, kavgaya dönüşüyordu. Sonunda dersanelerin kapatılması, yolsuzluk davalarının gündeme gelmesi zaten iyice ayaklar altında kalmış demokrasinin hepten yok olmasına yol açacak gelişmelerdi. Kavga ortamında kin, nefret, öfke ortalığı kaplamış ve dini çevrelerin kısmen tecrübe ettiği demokrasi, özgürlükler gibi kavramlardan iyice yüz çevrilmişti.
15 Temmuz darbesiyle yok edilmeye çalışılan demokrasi adına demokrasi nöbetleri yapılıyor ancak bu nöbetlerin sadece isimde kalacağı belli oluyordu. Darbeyle yine gereken yüzleşme yapılmıyor, mağdur, panzehir olarak demokrasi yerine güce sarılıyordu. İlan edilen OHAL'in anayasal kurallara uyma titizliği taşımadığı ve yine gücün sopasını hakim kılacağı belliydi ve bu hukuk aramanın bile suç sayılabileceği günlerle sonuçlanıyordu. Hükümet, darbeden Gülen grubunun tabanını da sorumlu tutuyor ve çok ağır bir cezalandırmaya tabi tutuyordu. İleride AİHM'den döneceği ihtimali çok yüksek yargılamalarla kararlar veriliyordu. Bu ağır cezalandırma, insanlık dışı muamelelere uğrayan Gülen grubunun tabanının ezilmesine yol açıyordu. Gülen grubu yöneticilerinin büyük kavga sonucu tabanlarının bu denli zor duruma düşmesinin yeterli muhasebesini yapmadıklarını düşünüyorum. Uzun tutukluluklar, ağır mahkumiyetler, ilticalar altında sıkıntıda olan taban için Gülen grubunun üst düzey sorumlularının yeterli özeleştiri yapması, onları tepkisellikten,radikalleşmekten kurtarır,  yüzleşme ve muhasebe sağlar.
Etiketlemelerle çoğu dindar, muhafazakar bir topluluğun üzerinden silindir gibi geçen OHAL, büyük bir şok yaşatmıştı. Bu şokun en önemli göstergesi zulme uğrayan muhafazakarların farklı anlayışta da olsa diğer muhafazakarlardan en büyük hayal kırıklığını yaşamalarıydı.  KHK mağdurlarının çoğu, en büyük desteği, solculardan, Kürtlerden, Alevilerden vd. o güne kadar dışlamış oldukları gruplardan aldığını büyük bir mahcubiyetle itiraf ediyordu. Bu gelişme aslında dibe vuran demokrasi anlayışı için her kesime suyun yüzüne çıkma şansı sunan bir muhasebe fırsatıydı. Bu fırsatın hakkıyla gerçekleştirilmesinin, yaşanan acı tecrübelerden sonra grup otoritesinden ayrılmayı son zamanlara kadar düşünmemiş muhafazakar bireyler için çok önemli şans olduğunu düşünüyorum.

Yorumlar