2016-11-06 00:00:00

Ömer Faruk Gergerlioğlu: Bediüzzaman’ın görüşlerini son derece önemli buluyorum. Getirdiği öneriler müthiş bir düşünce ortamının yerleşmesine vesile olacaktı, demokrasi ve sivil toplum anlayışını sağlayacak, kardeşliğin ve barışın olduğu bir anlayışın yeşermesine vesile olacaktı. Çok eza ve cefa gördü. Gelinen noktada ne kadar haklı olduğu ortaya çıktı.

Röportaj: N. Nur Ener / nnurener@ye­ni­as­ya.com.tr

– Dünden devam –

Uzun süredir IŞİD’leşme eğiliminden bahsediyorsunuz. Bunu açar mısınız?

Düşüncelerinizi barışçı bir ortamda dillendirmediğiniz zaman savaş ve çatışma başlar. Biz 180 derece karşıt düşüncelere sahip olsak bile oturup barışçı bir şekilde düşüncelerimizi tartışmak durumundayız. ‘Sadece ben haklıyım ve sana galip geleceğim, herkes bana tabi olacak’ mantığının gideceği yer İslâm topraklarında IŞİD mantığıdır. IŞİD denilen son derece kötü bir örnek var, ama bu sadece ötekinin örneği değil. Bu örneğe biz de varabiliriz. “Ben hakim olmalıyım ve bana boyun eğmelisin, seninle konuşmayacağım ve barışı kabul etmiyorum” mantığı bizi IŞİD’leşmeye götürür.

 ATEŞİN ÜSTÜNE BENZİN DÖKMEYELİM

Sorunların barış yoluyla halledilmesi  gerektiğini uzun süredir söylüyoruz. Sorunlarımız var, bunları çatışmalar yoluyla çözemeyiz. Çatışma yoluyla bu  sorunları çözersek ateşin üstüne benzin dökmek olur. “Gelin hep beraber bu ateşi söndürelim, üzerine su dökelim, serin bir ortamda, barış ortamında konuşalım” diyoruz. “Sorunları konuşarak halledelim ve bu şekilde hayata kavuşalım” diyoruz. “Barış bundan dolayı hayat demektir” diyoruz. Savaş acı doğurmaktan başka bir işe yaramaz. Ama maalesef bunu dediğiniz anda siz suçlu ilân ediliyorsunuz. Öyle bir akıl tutulması haline geldi ki ülkemiz… 

“BARIŞ DİYORUM, ‘TERÖR’ ANLIYORLAR”

Son dönemde benim yaşadığım şey bu akıl tutulmasının en somut örneklerinden biri. İnsanlara Cumartesi annelerinin barış günü gösterisindeki bir fotoğrafta var olan realiteyi hatırlattım. Türkiye Cumhuriyeti devleti ile PKK örgütü çatışıyor. O fotoğrafta da bu örnek anlatılıyor, çatışmalar oluyor ve onların anaları ağlıyor. Böyle bir mizansen var ortada. Senin benim şunun bunun hoşuna gitmeyebilir, ama bu bir realitedir. Bu görüntüye bakıp “savaşlar bitirip tüketmekten başka bir işe yaramaz, çocuklar ölüyor, analarımız bir” diyoruz. “Çocukların cesetleri yan yana duracağına dirileri yan yana dursun” diye bir mesaj veriyoruz. Sonra “vay efendim bizim yok etmeye çalıştığımız şeyin propagandasını yapıyorsun” deniyor. Barış dediğimiz anda terörün propagandası yapıyor görüntüsü oluşmuşsa, o toplum çıldırmaya başlamıştır artık. “Barış” diyorsunuz, adam “terör” anlıyor, “Barışı savunalım” diyorsunuz, size “terörist” diyor. Zannediyor ki tüm sorunları şiddet yoluyla bitirecekler. Ama biz “barış” demeye devam edeceğiz, başka çaremiz yok.  Konjonktüre bakarak şöyle demeyelim, böyle demeyelim gibi bir şansımız yok. Şu anda taraflar barış düşünmüyor olabilir, ama biz doğrunun peşinde koşmak zorundayız. Susarak bir yere varamayız. 

“HUKUK DEMEYE DEVAM EDECEĞİZ”

Barış sözü olmasını bile hazmedemiyorsan burada çok tehlikeli bir durum var demektir. Ben bundan dolayı “barış hayattır” diyorum. Biz her ne olursa olsun demokrasi ve hukuk üzerinde yükselmiş bir barışın tüm topluma hayat sağlayacağını düşünüyoruz. Tüm insanların böyle düşünmesi lâzım. Biz doğru bildiklerimizi hukukun üstünlüğünü söylemeye devam edeceğiz. Bunu yapmak zorundayız. 

“TEBRİK DE EDERİZ, ELEŞTİRİRİZ DE”

Erdoğan’ın 2009 yılında söylediği sözler ve barış çağrısı sizin açığa alınmanıza sebep olan sözlerinizle neredeyse kelimesi kelimesine aynı. Bu söylem ve eylem değişimi nasıl görüyorsunuz? 

Açılım politikaları olurken tebrik ettik, güzel gelişmeler var dedik ve ayakta alkışladık. Çözüm süreci başladığı zaman yine tam destek verdik. Ben çözüm süreci öncesinde de, sırasında da, sonrasında da hep aynı şeyleri söyledim. Bende değişen bir şey olmadı, konjonktüre göre değişen bir lâfım olmadı, Allah’a şükürler olsun. Çünkü kriterim iktidarlar, zaman, yer, siyasî durum değil. Doğru bildiğimi söylemeye çalışıyorum. Ve doğruya yaklaşıldığı zaman yöneticileri tebrik ediyor, doğrudan uzaklaşıldığı zaman da eleştiriyorum. Yaptığımız hep bu oldu. Bizler  kriteri hukuk ve demokrasi olan insanlarız. Her zaman buna uygun bir biçimde konuşmaya çalışırız. 

Devletin toplumla barışının sağlanmasını, devletin Kürtlerle barışmasını zaten yıllardır söylüyorduk. Alevilerle de, farklı dinî etnik kesimlerle… Herkes için söyledik bunu. Devletin her kesimle barışması gerektiğini hep söylüyorduk. Ama ancak belli bir dönemden sonra hükümet bu konuda icraatlar yapmaya başladı. Açılım zamanlarında Erdoğan’ın sözlerini hepimiz hatırlıyoruz. Son derece güzel şeyler söylenmeye başlanmıştı. “Türkiye Cumhuriyetinin  inkâr ve asimilasyon politikalarının olduğunu, bunlardan vazgeçildiğini” söyleyen bir başbakan vardı. “Şu ana kadar olan inkâr ve asimilasyon politikalarını terk ettik” deniyordu. Dersim’ için Başbakan özür diledi. O zamanlarda devlet adına özürler dileniyordu. Demek ki devlet özür dileyebiliyormuş. Çok zor değilmiş bu,  devletin toplumla barışma anlamında çok da iyi oluyormuş. Biz bunu da açık yüreklilikle tebrik ettik. 

Ama yöneticiler eski söylediklerini unuttu. Eskiden söylenen her şey arşivlerde çok net açık bir biçimde duruyor. “Çocuklar ölmesin, analar ağlamasın” değil miydi çözüm sürecinin sloganı… Devlet bir takım sorunların kendi politikaları yüzünden çıktığını ve bunların terk edildiğini söylemedi mi? Ama gün geldi ve çözüm süreci bir şekilde bozuldu. Sonra öncesinde ve sonrasında aynı sözü söyleyen bizler dışlanmaya başladık. Ben Kocaeli’de akîl heyetin mihmandarlığını yapmıştım. Devletin valiliği ve emniyet müdürlüğü ile beraber akîllerin karşılanışını, gezdirilmesini ve tüm temaslarını ben üstlenmiştim. Ama şimdi? O zaman biz el üstünde tutuluyorduk, söylediklerimiz tasdik ediliyordu, çözüme yardımcı olmamız isteniyordu. Şu anda yine aynı  cümleleri söylüyorum. “PKK propagandası” ile suçlanıyorum. Benim cümlelerimde hiçbir değişiklik yok ki… 

“ANALAR AĞLAMASIN DEMEK SUÇ OLDU”

Dün takdir görürken bugün inanılmaz iddialarla suçlanıyoruz. Bana “PKK propagandası” yapmaktan idarî ve adlî soruşturma açılmış durumda. Ağır ithamlarla karşı karşıyayım. Ben hayatım boyunca herhangi bir örgütün zerre kadar propagandasını yapmış biri değilim. Hep ve tek dediğimiz “barış ve yaşam” oldu. Sürekli insan hakları, adalet, barış  dedim. Bunları söyleyen birisini kalkıp PKK propagandası ile suçluyorlar. Bunu nasıl yapmışım? “Analar ölmesin, çocuklar ölmesin” diyerek mi? Bunu başka bir ülkede söyleseniz size gülerler. Bundan dolayı şu anda soruşturma altında olmama gülerler. 

Ben insanlara hayrı, iyiliği hatırlattığım için mi suçluyum? Şu anda bana öyle bir toplumsal linç kampanyası düzenlendi ki sosyal medyada hakaretler, tehditler, hedef göstermeler… 15 ayrı suç duyurusu yaptım. Bana yönelik suç duyurusu anında işlem gördü, ama benim yaptığım suç duyuruları ne zaman işlem görecek, görecek mi, bilemiyorum. Şimdi barışı isteyenler bu denli cezalandırılıyorsa bu toplum için son derece tehlikeli bir hal demektir. Ben hayatımı barışa vakfetmiş  biri olarak böyle cezalandırılıyorsam gerçekten bu toplum için çok üzücü bir durumdur. Çözüm süreci  öncesinde de çok tehlikeli bir ortam vardı. “Bu iş çatışmalarla çözülmez” dediğiniz anda yemediğiniz hakaret kalmıyordu, ama biz o zamanlar da aynısını söylüyorduk. Çözüm sürecine gelindiğinde ise “çok haklıymışsınız, siz bunu yıllardır söylüyormuşsunuz” dendi sürekli. Peki ya şimdi? “Çok haksızsınız” diyorlar. İnanılmaz bir şey bu… Akıl almaz bir mantıksızlık yaşıyoruz. Sözler aynı, ama zamanlar değiştiği zaman size olan  yaklaşımlar farklılaşıyor. Ama Allah’ın izniyle vazgeçmeyeceğiz. 

Türkiye ve dünya alev topu gibi… Her yanda savaş var. Sizce tehlike ne kadar büyük?

Şu anda kanın, ateşin, gözyaşının içte ve dışta artma ihtimali var. İçte savaş, dışta savaş hali devam ederse toplum bir ateş topuna dönebilir ve o zaman bu günleri aramaya başlarız. Şu anda dindar kesim bile kendi gerçek dinî kriterlerini bırakarak hükümetin her söylediğinin doğru olduğunu düşünüyor. Dinî anlayış bile hükümete göre belirleniyor. Böyle bir durum oluşmuş. Adam kendi dinindeki güzellikleri ve insaniyet anlayışını görmenin değil, siyasî kaygılarla hükümete  taraftarlık yapmanın derdinde. Diyor ki ‘hükümet ne derse onu diyeyim.’ Uyarıyorsunuz ve dinde, insaniyette böyle birşey olmadığını söylüyorsunuz. Bu defa da seni duymak istemiyor.  Taraftarlık ruhu insanları inanılmaz yerlere getirmeye başladı. Senin kriterin din ise, din “Barışı, huzuru sağlayın, insanlara haksızlık yapmayın” diyor. Ötekinin hakkını savunmak ve korumak için insan olmanız yeterlidir. İnsan hakları anlayışı da dinî değerlerimizden farklı değil. Evrensel olan bu hak savunuculuğu ötekinin varlığını ve hakkını hatırlatarak bizlere adil olmayı öğütlüyor. 

İster Türk olayım, ister Kürt, ister Hıristiyan ötekinin hakkını savunmak durumundayım. İzmit Protestan Kilisesi’ne saldırı yapıldığında ilk ben açıklama yaptım. Pastör bana telefon açtı ve şaşırdığını ifade etti. Bir dindar olarak nasıl bizi koruyan bir açıklama yaptın dedi, ben de “bir Müslüman olarak bunu ilk benim yapmam lâzımdı” dedim ve “eğer bu açıklamayı yapmazsam esas o zaman şaşırman lâzımdı” dedim. İnanç özgürlüğü varsa ve birisinin inancına saldırılmışsa bunu tel’in edecek olan ilk biziz. Benim açığa alınma hadisesi geldiğinde beni ilk arayıp “geçmiş olsun, sizin için duâcı olacağım” diyen de o Pastör oldu. Bir Müslüman Hıristiyan’a, bir Hıristiyan Müslümana sahip çıkıyorsa haksızlık anında bu ortak paydanın oluşması demektir. Bizler her alanda  bunu yapmaya çalışıyoruz. Sadece Kürt meselesinde değil her alandaki haksızlıklara karşı bunu yapmaya çalıştık. Ömrümüz bu gayretlerle geçti.

“TEK İSTEDİĞİMİZ BARIŞ, HUZUR”

Filipinlerde, Kolombiya’da… Her ülkede öyle veya böyle bir çatışma yaşanıyor. Toplumlar dünyanın farklı yerlerinde yaşanan çatışmaların çözümlerini bulmaya çalışıyor ve buluyor. Dünya genelinde çatışmanın yaşanmadığı bir toplum yok. Ben de yıllardır bunları inceliyor ve bunlarla uğraşıyorum. Kendi ülkemdeki çatışmalara nasıl duyarsız kalabilirim, buna reçeteler sunmadan nasıl durabilirim ki. Tabiî ki bir şeyler diyeceğiz, kendimizce reçeteler sunmak durumundayız. Ama sen reçete sunan adamı bile boğmaya kalkarsan o toplumun hali haraptır. İnsan hakları aktivistleri devletten ve tüm kimliklerden bağımsızdır. “Mazlûmlar için dayanışma” dedik ve yıllar önce bu yola çıktık. Son derece değerli yaklaşımlar bunlar. Bu gibi insaniyet dolu yaklaşımlar, toplumun koruması gereken yaklaşımlardır. Ama siz kalkıp insan hakları kavramını şeytanlaştırmaya başlarsanız bu artık iplerin koptuğu bir çıldırma noktasıdır.

BEDİÜZZAMAN DİNLENSEYDİ BUNLAR OLMAZDI

Bediüzzaman’ın Kürt sorununa yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bediüzzaman’ın sunduğu çözüm önerileri dinlenseydi, şu andaki bu durumlar olmayabilirdi. O Türk-Kürt kardeşliğini işledi hep. Anadilde eğitimin olmazsa olmaz olduğunu vurguladı. Van’da gerçekleştirmek istediği Medresetüzzehra gibi dev bir eğitim projesinin tesisi son derece değerli bir öneriydi. Risale-i Nur’da bu konuda son derece önemli çözüm önerileri getirilmiş durumda. Bediüzzaman 100 yıl sonrasını gören bir bakış açısıyla Kürt meselesinin nereye gideceğini görüyordu. Ama maalesef dinlenmedi. Hayatı ilim, amel, iman yolunda geçen çok nadide bir insandır o. İlim, zekâ, kalem açısından son derece örnek bir insandı. Büyük bir mücadele vermişti Türkiye’nin ve dünyanın tüm sorunları için. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Kürt meselesi ortada duruyordu ve çözüme muhtaçtı. O günün yöneticileri ilim adamlarını dinleyerek adil çözüm bulabilirlerdi ve onca kan, gözyaşı, kayıp yaşanmazdı. O coğrafyalara ilim, fen, hikmet inşa edecek böylesi projeler yapılsaydı insaniyet adına çok iyilik yapmış olurlardı. Ben bu noktada Bediüzzaman’ın görüşlerini son derece önemli buluyorum. Getirdiği öneriler müthiş bir düşünce ortamının yerleşmesine vesile olacaktı, demokrasi ve sivil toplum anlayışını sağlayacak, kardeşliğin ve barışın olduğu bir anlayışın yeşermesine vesile olacaktı. Çok eza ve cefa gördü. Gelinen noktada ne kadar haklı olduğu ortaya çıktı. 

– SON –

Yeni Asya

Yorumlar