2013-08-22 06:52:12

Taraf gazetesi barışın tarafında olanlara çözüm önerilerini sormaya devam ediyor. Bugün Ceyda Düvenci, Hülya Koçyiğit, Ömer Faruk Gergerlioğlu, Akın Özçer ve Oral Çalışlar barış sürecini Taraf’a değerlendirdi.
 
Hülya Koçyiğit: Yüreğim cayır cayır yanıyor!
 
Barış görüşmelerini nasıl karşılıyorsunuz?
 
Bir ümit içinde bu görüşmelerden olumlu neticeler alınmasını bekliyorum. Ben ancak yaptığımız işle katkıda bulunabilirim. Birlikte huzur içinde yaşamak hepimizin hakkıdır. Eğer barışı istiyorsak ve bekliyorsak her iki taraf da birbirine empati kurarak konuşmalı. Barışın dili bu empatidir.
 
 
Barışın önündeki engeller nelerdir?
 
Barışın önündeki engeller halk değil. Bu savaştan maddi ve manevi fayda sağlayanlar. Ölümlerden rant elde eden, medet uman iç ve dış mihraklardır. Bir kadın olarak, bir anne olarak, sanatçı olarak, insanlara sevgiyi ve umudu aşılamayı görev edinmiş bir insan olarak, yüreğim cayır cayır yanıyor. Her bir ölümün ardından kendimi o ailelerin yerine koyarak büyük acı çekiyorum. O çocuklar kolay yetişmiyor. Geleceğimizi katlediyoruz.
 
Ölen kim olursa olsun, iki taraftan da fark etmez. İnsana değer veren, insana saygı duyan bir kişiyim. Terör nedeniyle Alman da ölse Amerikalı da ölse, Kürt de ölse, Laz da ölse benim yüreğim yanıyor. Onlar Allah’ın yarattığı insan. Allahın yarattığı canı nasıl alırsınız? Bir insan bir gün dünyayı değiştirebilir. Onun kim olduğunu bilmiyoruz. İnsanı insan eliyle katletmek korkunç bir şey.
 
 
Ömer Faruk Gergerlioğlu: Adalet olmalı
 
Barış sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Müzakereleri çok olumlu karşılıyorum. Çözüm noktasında uzatmaları oynadığımız bir dönemdeydik zaten. Artık bir şekilde bitmesi gereken çatışma döneminin sonuna gelmiş durumdayız. Barış süreci uzun bir dönemi kapsayabilir, engebelerle dolu olabilir. Sürece tüm tarafların destek vermesi gerekir. İki taraf da karşısındakini süreç için hâkim güç olarak görürse işler kolaylaşacak. Paris cinayetleri konusunda her iki tarafta gösterilen hassasiyet, aslında barışa ne kadar hasret olduğumuzu gösterdi.
 
Bir aydın olarak katkıda bulanabileceğinizi düşünüyor musunuz, katkıda bulunabileceğiniz alanlar nelerdir?
 
Süreci destekleyen açıklamalar, makalelerim ve sivil toplum aktivitelerine yapacağım desteklerle bunu gerçekleştirebilirim. Süreci zehirlemek isteyen medya organlarına karşı tavır alarak destekçi olabilirim. Gerekirse diyalog konusunda taraflar arasında yardımcı olabilirim. Gerginliği azaltacak açıklamaların yapılması için kolaylaştırıcı rol oynayabilirim. Türk ve Kürt halkları arasında süreç içinde sürekli anket yapılmasını ve olumsuz eğilimlere karşı aydınların zihni bir hazırlık ve müdahillik olma sorumluluğunu hissetmesi gerekir.
 
 
Size göre barışın dili nasıldır, kullanılan dili nasıl buluyorsunuz?
 
Kullanılan dil nispeten daha iyi. Barışın dili kuşatıcı bir dil olmalı. “Yendik, bileğini büktük, barışa mecbur ettik” yollu açıklamalar sürece zarar verir. Aslında Diyarbakır Emniyet Müdürü ve Arınç’ın sözleri sürece hazırlayan sözlermiş. Açlık grevleri sırasında olumsuz gelişmeler konusunda çok tedirgin olan bizler barış konusundaki bir hamlenin nelere muktedir olup olumlu bir süreci tetikleyebileceğini gördük. Barışın dili empati yapmayı sağlayan bir dil olmalıdır.
 
 
Barışın önündeki en büyük engel nedir?
 
Barış bir örgüt ve devlet arasındaki silahlı mücadeleyi bitiriyor olabilir ancak Kürt meselesinin kalıcı çözümü yönünde samimi adımlar atılmazsa adı bir başka örgüt ve devlet savaşı yine olabilir. Barış ihtiyacının temelinde adalet isteği olmalıdır. Adaleti sağlamayacak bir barışın anlamı olmayacaktır. Bu silsile sağlıklı bir şekilde gelişirse sorunu çözmememiz için bir neden yoktur.
 
 
 
Ceyda Düvenci: Barışı gündemden düşürmemek lazım
 
 
Devam eden müzakereleri nasıl buluyorsunuz?
 
Mecliste yeterince katılım olduğunda ve doğru bilgilendirmeler yapılmaya başlandığında bu sürece tam anlamıyla ikna olacağımı düşünüyorum.
 
Barış sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Barış bu ülkede yaşayan herkesin hakkı. Her gün ölüm haberlerini duymak çok acı verici. Enerjimizi, canımızı, aklımızı artık savaşmak için değil birlikte üretmek, gelişmek, insanca yaşayacağımız bir dünya yaratmak için kullanacağımız günler gelmeli.
 
 
Bir sanatçı olarak bu sürece nasıl katkıda bulunabileceğinizi düşünüyorsunuz?
 
Kaybedilen her evlat bir can, her can kaybı bir ananın dinmeyen yürek acısı. Bu bağlamda artık dil, din, ırk gözetmeksizin barış taraftarı olunmalı. Olaya insan boyutunda bakılmalı bu süreçte. Mümkünse diyalog kurulmasına yardım ederek, barış talebimizi yineleyerek, bu talebi gündemden düşürmeyerek katkıda bulunabiliriz diye düşünüyorum.
 
Size göre barışın dili nasıldır, kullanılan dili nasıl buluyorsunuz?
 
Barış herkes tarafından gönülden kabul edilmeli. Affedici olunmalı. Dili içinde umut taşımalı. Kendini ve muhatabını eşit gören barışın ancak birlikte sağlanabileceğine inanan, karşısındakinin taleplerini ihtiyaçlarını insanlık onurunun farkında olan bir dil olmalı. Şu anda kullanılan dil bu saydığım konularda bir miktar eksik ama barış niyetinin, dilini de kendiliğinden kuracağına inanıyorum.
 
Daha önceden de başarıya ulaşmayan barış süreçleri yaşandı, sizce yapılmaması gereken hatalar nelerdir?
 
Barışa inancını yitirmemek. Barıştan başka bir seçenek düşünmemek. İnsan hayatının değerini düşünmek. Tarafların savunduğuna, inancına davasına hemfikir olunmasa da saygıyla yaklaşmak. Vicdani insan haysiyetini her türlü kuralın üzerinde tutmak.
 
 
Barışın önündeki en büyük engeller nelerdir?
 
İnanmamak ve kindar bir tavır yeterince duvar örüyor. En azından yakın zamanda yaşanan olaylarda barış sürecine destek vermeye çalışanların hain diye nitelendirilmesi bile yeterince engeldir. Affetmekle başlar her şey. Ve bence insanlık her dil, din ve ırktan birlikteliklerle gelişir çoğalır, renklenir, anlam kazanır.
 
İspanya'da sorun nasıl çözüldü…  / Akın Özçer 2
 
 
Bölücülük ayrı, silahlı mücadele ayrı şeyler
 
Ayrılıkçılık veya çok kullanılan tabiriyle “bölücülük” ve şiddet kullanmak ayrı ayrı şeyler değil mi?
 
Çok sık bir yanlış anlama var. Taraf ’ta da zaman zaman oluyor. ETA’ya “Bask Ülkesi’nin bağımsızlığı için mücadele eden örgüt” deniliyor. İki tane parti var Bask özerk parlamentosunda bağımsızlık isteyen bugün. Hem de 75 üyeli parlamentoda 48 milletvekiline sahip bu iki parti. Birlikte bağımsızlığı savunuyorlar. Aynı çoğunluk bugün Katalan özerk parlamentosunda da var. Bağımsızlığı savunmak serbest İspanya’da; o zaman ETA’ya terörle ya da şiddet yoluyla bağımsızlığı savunan örgüt demek gerekir. Bağımsızlığı savunan ne demek, anayasal bir hak, bunu zaten serbestçe savunuyor adam.
 
Türkiye’de daha bunu dillendirilmeye kalkınca kıyamet kopuyor…
 
İfade özgürlüğünü sağlamak şart. AİHM içtihadına göre, toplumu şoke edecek görüşlerin bile ifade edilmesi de, partileşmesi de serbest olmalı. Tek istinasını terör ve şiddet oluşturuyor. Bu ilke hem AİHM içtihadında, hem de Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu’nun (Venedik Komisyonu) kriterlerinde var. Sen siyaseti yolunu açmazsan adam silah tutmasını kalkıp mazur göstermeye çalışıyor.
 
İspanya terör ve şiddeti savunan ya da uygulayan örgütlerin marjinalize olduklarını mı söylüyoruz…
 
Terörle ayrımcılığı ayırmak lazım. Ayrımcı olabilirsin. Bağımsızlığı da savunabilirsin ama terör ve şiddete bulaşmadan. İşte Katalanlar da aynı şeyi yapıyor şu sıralar. İfade özgürlüğü var, anayasal çerçeve içinde ne yapabilirse onu yapıyor. O çerçeveyi aşmaya da çalışıyor ama bunu silahla yapmaya kalkmıyor. Ama siyaset yolu tıkalı kalırsa silah tutana da o zaman “silahı bırak” dediğinizde, o da “tamam ama görüşlerimi başka türlü dile getiremiyorum” deyiverir.
 
Millet, milliyet, ulus tartışmaları arasında İspanya’ya bakarsak, Türkiye ile karşılaştırırsak…
 
İspanya’ya demokratik anayasa ve bireysel hak ve özgürlükler açısından baktığımızda, anayasasında “İspanya ulusu bölünemez” ilkesi var ama aynı madde milliyetlerin ve bölgelerin özerklik haklarını da garantiye alıyor. Yani bir bölgeye özerklik verilmesi “bölücülük” diye algılanmıyor. Anayasaya göre, İspanya ulusu hiyerarşik olarak en üstte, Katalanlar, Basklar da İspanyol ulusu içinde birer milliyet sayılıyor. Katalan ve Basklar kendilerini “ulus” olarak görüyor ama özerk yönetimleri hiyerarşik olarak merkezi otoriteye bağlı olduğu için bulunmuş bir kavram bu.
 
Geçmişten günümüze Kürt sorunu / Oral Çalışlar  3
 
Kürt travmasının arkasında aldatılmışlık duygusu…
 
Kürtçe konuşmak yasaklandı, Kürtçe konuştuğu saptanan memurlar işlerinden atıldı. İsyanların ve sürgünlerin sonunda, yerlerinden yurtlarından olmanın, eğitimsiz kalmalarının, yatırımsız kasaba ve köylerde mecburi iskana tabi tutulmalarının sonucunda Kürtler, ülkenin en yoksul kesimleri arasına girdiler. Bu ayrımcı uygulamalar nedeniyle iki millet arasında bir sınıfsal uçurum da oluştu. Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti’nin yoksul vatandaşları sınıfı içinde yer aldılar.
 
Son büyük Kürt isyanı (1984’te başladı) olan PKK ile birlikte, Kürtler çok büyük bir devlet zulmüyle yüz yüze geldi. Bu isyan döneminde 40 bin insanın yaşamını yitirdiğinden söz ediliyor. Bu 40 bin kişinin en az 35 bini Kürtlerden oluşuyor. Resmî devlet yetkililerinin da kabul ettiği gibi bu ayaklanma döneminde 17 bin Kürt, devlet güçleri tarafından organize edildiği bilinen yargısız infazlarda, faili meçhul cinayetlerde yaşamlarını yitirdi.
 
Bütün bu tablo, bir sosyal sorun olan Kürt sorunun Türkiye’de bir siyasal soruna dönüştüğünün kanıtı.
 
 
Tek millet, tek devlet ve bayrak…
 
İkinci Meşrutiyet, başlangıçta farklı milliyetlerden ve dinlerden modernist Osmanlılarının ittifakıyla başarıya ulaştı. 1908 İhtilalinin ilk Meclisinde bir “milliyetler mozayiği” oluşmuştu. Mecliste farklılıkların kendini özgürce ifade edebildiği ciddi bir demokratik hava söz konusuydu.
 
Cumhuriyetin kuruluşu sırasında İttihat Terakki’den devralınan ideolojik temel, Türk milliyetçiliğiydi. Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları tıpkı İttihatçılar gibi, yeni bir devlet kurarken Türk-İslam temelli bir hat üzerinden yürüdüler.
Bir siyasi sorun: Kürtler
 
1937-38’de uygulanan vahşi Dersim katliamıyla birlikte, Kürtler uzun yıllar süren derin bir sessizliğe gömüldüler. Böyle bir sorun yokmuş gibi yaşamaları isteniyordu. Sınırlı sayıda Kürt aydını dışında, Kürtler jandarma korkusuyla sindirilmişlerdi.
 
1950 seçimlerinde Demokrat Parti’den Diyarbakır milletvekili seçilen etkili Kürt aydınlarından Mustafa Remzi Bucak, 1959’de, 49 Kürt aydınının tutuklanması üzerine, kendisinin de tutuklanacağı kaygısıyla ABD’ye iltica eder.
 
Bucak, altı yıl sonra, 1965’te, dönemin Başbakanı İsmet İnönü’ye bir mektup yazarak Kürtlerin taleplerini ve Türkiye Cumhuriyeti ile olan sorunları dile getirir: “Sayın İnönü, Cumhuriyet devleti içinde ve mütekasif (yoğun) olarak bugün asgari sekiz milyon Kürt yaşamaktadır. Kıbrıs’taki Türkçe konuşan kitlenin haiz olduğu siyasi, içtimai, harsi ve iktisadi hakları serbestçe kullanmaktan vazgeçtik, kendilerine Kürt diyebilmek, ana dillerini serbestçe konuşmak ve okuyup okutabilmek hakkına bile sahip değillerdir… Reisicumhur Gürsel Paşa, ilk fırsatta soluğu Diyarbekir’de alıyor; sırf beryi tecessüs (merakla) toplanan halka yepyeni bir tedavi şekli sunuyor: “Bu memlekette Kürt yoktur, Kürdüm diyenin yüzüne tükürürüm…” (Mustafa Remzi Bucak, Bir Kürt Aydınından İsmet İnönü’ye Mektup, Doz yayınları, Kasım 1991, s. 50-53 (Taraf)
 

Yorumlar