2016-03-17 00:00:00

İnsan hakları alanında aktif bir şekilde 2003 yılından beri çalışıyorum ama uzun süredir bu alandaki mağduriyetleri hem yaşıyorum hem de tüm mağduriyetleri üzüntüyle izliyorum. Bizim insan hakları alanında çalışmamız adeta doğuştan ailemizle beraber başlıyor, gözümüzü açtığımız gibi bir takım mağduriyetlerle karşılaşmış bir ailenin ferdiyim. Babamın dini hassasiyetleri olduğu için memuriyet hayatında uzun süre büyük mağduriyetler yaşamış bir insandı. Sırf bir takım hassasiyetleri olduğu için çeşitli illere en kısa zamanda tayini yapılan, çok büyük mağduriyetler yaşatılan bir memurdu ve çocuklarına da bu mağduriyetler yaşatılıyordu. Biz de gözümüzü açtığımız gibi bu mağduriyetlerle, bu hak ihlalleriyle tanışarak dünyaya adımımızı attık. MAZLUMDER’i kuruluşundan itibaren ilgiyle izliyordum. 2003 yılında da MAZLUMDER Kocaeli Şube başkanlığı görevine geldim ve 5-6 yıllık çalışmadan sonra da yapılan son kongrede Genel Başkan seçildim. İnsan hakları daha çok sizin kendinizin uğradığınız mağduriyetlerden ziyade bir diğerinin uğradığı mağduriyete karşı duyarlı olmak, hassas olmak anlamına geliyor. Ve bu yüzden insan hakları alanında yapılması gereken çok fazla şeyin olduğunu düşünüyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla beraber baskıcı-otoriter bir yönetimin iş başına gelmesi ve tek parti yönetimi insanların muhalefet etme bilincini köreltti. Tek parti insanları şekillendiriyordu, biçimlendiriyordu ve uzun yıllar bu tek tipçilik devam etti. Hala bu şekillendirici zihniyet varlığını sürdürüyor. Adeta tüm Türkiye halkı yıllardır kendisini biçimlendirmeye çalışan tornacılar ve marangozlarla uğraştı durdu. Tek parti döneminin bittiği yılların ardından birazcık demokrasi kokusunu hissettiğimiz çok partili döneme adım attığımızda bile büyük çalkantılar oldu. Demokrasinin az biraz kokusu hissedilse de bu çok uzun bir süre devam etmedi. 27 Mayıs darbesiyle Türk Demokrasi hayatına bir darbe daha vurulmuş oldu. Ardından çok partili dönem belki tekrar başladı ve darbecilerin emrettiği değil de, reddettiği yöne doğru bir yöneliş oldu. Yöneticiler, zorba elitler, insanları belli bir yönetim biçimine doğru sevk etmeye çalışsa da sürekli demokrasi arayışı devam etti. Türkiye için insan hakları hareketinin evveliyatı ve şimdiki hali konusunda maalesef çok olumlu şeyler söyleyemeyeceğiz. Türkiye insan hakları hareketi uzun yıllardır büyük bir baskı altında yaşam mücadelesi veriyor. Artık bir polis devleti değiliz ve haklar alanında bir takım ilerlemeler olabiliyor belki ama bu ilerlemeler elbette yeterli değil. Yine de gerileme olan alanlara yoğun bir şekilde müdahale edebiliyoruz ve itirazlarımızı dile getirdiğimiz zaman karşılık bulabiliyor. Çok büyük utanç vesilesi olacak mağduriyetler, hak ihlalleri de yaşanıyor Türkiye’de. Yabancı ülkelere gidip de bu tür yasakları, ihlalleri gündeme 44 getirdiğiniz zaman insanların adeta dudağı uçukluyor. Dolayısıyla ülkemizde insan hakları hareketinin nereye gideceği, ne tür araçlarla gelişeceği önem kazanıyor. Hesap sorma kültürümüzün gelişmesi çok önemli. Biz hesap sormayı bilirsek, biz devlet adına halka zulmeden uygulamalara karşı tepki koyabilirsek çok önemli değişimler yaşanabilir. Aynı zamanda kendi yandaşımız bile olsa bir haksızlık, adaletsizlik yaptığı zaman ondan hesap sormayı bilen bir insan hakları ahlakıyla gelişebilirsek daha objektif bir ilerlemeyi görebileceğiz. Türkiye belki 163. Maddenin, 141-142’nin kaldırıldığı bir ülke oldu ama yerine hemen 301’lerin konulduğu ve düşünce özgürlüğünün yasaklandığı, ihlal edildiği de bir ülke oldu. Bunlara karşı itirazları gündeme getirdiğiniz zaman makyaj denebilecek değişiklik önerileriyle, değişiklik kararlarıyla bazı düzenlemeler yapılıyor. Biz bunları, bu tür geçici düzenlemeleri kabul etmiyoruz. Sonuçta tüm Türkiye’nin rahat edeceği, tüm insanlarımızın kendisini eşit vatandaş hissedeceği düzenlemeler yapılmak zorunda. Türkiye’de birçok alanda sorunlar yaşandığı gibi Kürt sorununda da ciddi sorunlar yaşanıyor. Yakınlarda Kürtçe devlet televizyonunun yayına başlamasıyla bu ülkenin 10-15 milyon civarındaki Kürt vatandaşının kendi dilleriyle televizyon izlemelerini olumlu karşılıyoruz. Ama bu tabiî ki din özgürlüğü alanında olduğu gibi tamamen vatandaşın istek ve tercihlerinin dışında tek tipçi bir yayın politikasına dönüşürse yaklaşımımız olumsuzdur. Ama en azından atılan bir adım varsa bu atılan adımın doğru yönde ilerlemesi konusunda da gayret sarf ederiz. Bakıyorsunuz ana muhalefet partisi başkanı şiddetle Kürtçe televizyona karşı çıkabiliyor. Farklı etnik kimlikler de televizyon isterse ne olacak diyebiliyor. Farklı etnik kimliklerin bir arada olmasını bir fayda, bir güzellik olarak görmeyi tercih etmiyor ve bunu bir olumsuzluk olarak görüyor. Türk-Ermeni ilişkilerinde önemli bir adım atan Cumhurbaşkanı Gül’e “Sen Ermeni misin, annenin soyunda Ermeni mi var” diyerek hakaret etmeye çalışan bir zihniyet Türkiye’yi yıllarca yönetti. Böylesi bir zihniyetin yoğun insan hakları ihlalleri doğuracağı zaten ortadaydı. Biliyorsunuz din ve vicdan özgürlüğü alanında da çok büyük sorunlar var. Halen bu ülkenin çocukları askere gider ama onların başörtülü anneleri kışla kapısından geri çevrilir. Halkını kendisine karşı bir rakip gibi gören, onu kendi anlayışına göre fakat zorbalıkla düzeltmeye çalışan bir anlayışla hayatın her alanında karşı karşıya kalıyorsunuz. Her türlü özgürlük alanında vatandaşını kendisine göre biçimlendirmeye çalışan, şekillendirmeye çalışan bir anlayışın topluma mutluluk veremeyeceği de ortada. Bunun için de Türkiye insan hakları hareketi büyük bir mücadele vermek zorunda. Her farklı kesimden insan hakları alanında çalışan derneklerin ortak platformlar oluşturması, ortak paydalar oluşturması, ortak akıllar oluşturması gerekiyor. Biz insan hakları savunucuları çoğu kez yaptığımız işler yüzünden tepkiler alabiliyoruz ve bu tepkiler bazen yakın çevremizden gelebiliyor. Çünkü uğraştığınız alan devletin uygulamalarına karşı mücadele etme alanı ve bu alanda yaptığınız şeyler devleti rahatsız edebiliyor. 45 Yakın çevreniz size eylemleriniz hakkında “aman dikkat” tavsiyesinde bulunurken, devletin emniyet güçleri ve kamu idarecilerinin de insan hakları aktivizmine karşı son derece itirazcı bir yapıda olduklarını gözlemliyorsunuz. Mesela İzmit’te bir başörtüsü gösterisi yapmıştık ve orada sırf bir takım prosedürleri tamamlamadığımız gerekçesiyle yürüyüşümüz iptal edilmeye çalışılmıştı. Ama biz bunun bir çifte standart olduğunu biliyorduk, bir engelleme taktiği olduğunu biliyorduk ve bu konuda bir direniş gösterdik. Belki çeşitli fiili müdahalelere de maruz kaldık fakat bu noktada hakkımızı elde ettik, yürüyüşümüzü gerçekleştirdik. Her şey kamu idarecilerinin kendi kafalarına göre belirlediği kurallardan ibaret değildir. Çünkü onlar keyfi olarak kanun dışına çıkıp kanunları kendilerine göre yorumlayabiliyorlar. Buna karşı direniş göstermek lazım, kabul etmediğimizi göstermek lazım, yoksa boynumuzu eğdiğimiz her noktada daha fazla boynumuzu eğmemizi isteyen bir anlayışla karşı karşıya kalıyoruz. Yine dernek faaliyetlerimizde de her zaman belki daha talepkar bir üslupta olmamızı hazmedemeyenler bizimle ilgili davalar açtılar. Şu anda çeşitli davalarla uğraşıyoruz. Düşünce özgürlüğümüzü beyan ettiğimiz için, çeşitli konularda isteklerimizi gündeme getirdiğimiz için cezalandırmak isteyen bir hukuk sistemiyle de karşı karşıya kaldık maalesef. Yaptığımız birçok etkinlikte söylediğimiz sözler, eleştiriler çeşitli davalara konu oldu. Hala bu davalarla uğraşıyoruz. Çeşitli toplantı ve gösterilerimiz engellenmeye çalışıldı, bunlarla ilgili davalar var. Onlarla yine uğraşmaya devam ediyoruz. Sonuçta insan hakları alanında çalışan kişiler eğer bir şeyler yapmak, kendilerini ifade etmek istiyorlarsa hemen karşılarına engelleyici bir güç çıkıyor ve bir takım buyurgan ifadelerle dikte etmeye çalışıyor. Bunlara karşı mücadele etmekten başka bir çıkar yol yok. Bana göre insan hakları alanında çalışan derneklerin en başta ortak bir anlayış geliştirmeleri, ortak platformlar oluşturmaları ve ortak anlayışlar geliştirmeleri gerekiyor. Parça parça değil de ortak bir platform oluşturulabilirse haksızlıklara karşı daha yoğun ve daha etkili mücadeleler sergilenebiliyor. Geçen yüzyılda görüldü ki diktatöryal güçlerin yaptıkları zalimce uygulamalara boyun eğmeyip mücadele eden insanlar çeşitli zamanlarda hiç ummadıkları bir şekilde başarılar kazandılar. Bunlardan örnek alarak, ilham alarak hiçbir zaman umudumuzu yitirmemek zorundayız. Türkiye’de hak ihlalleri devam ediyor, 2008’de hak ihlalleri yine devam etti. Biliyorsunuz Barak Obama Amerika’da başkan seçildi. Bundan belki 20-30 yıl önce Amerika’da siyahların birçok hakları ellerinden alınıyordu ve ikinci sınıf insan muamelesi görüyorlardı. Bugün bir siyah Amerikan başkanı olabiliyor. Bu çok basit bir hadise değil. Bunları biz birer gelişme, olumlu birer adım olarak değerlendiriyoruz ve tüm insanlığa örnek olması gerektiğini düşünüyoruz. Her olumlu adımın örnek alınması gereken yönünü değerlendirmek istiyoruz, dünyaya karamsar değil iyimser bakmak istiyoruz. Mücadele anlamında daha iyi nasıl mücadele edilir, daha etkin bir şekilde hak ihlallerine karşı mücadele nasıl yapılır diye bakmak zorundayız. Yani umutsuzluğa kapılıp hukuk dışı yollara sapmak, şiddete başvurmak bizim aktivizmimizde yeri 46 olmayan hadiseler. Hukuk kuralları çerçevesinde insan hakları ihlallerini engellemek, önlemek için elimizden geleni yapmak zorundayız, bu alanda dayanışma sergilemek zorundayız. İnsan hakları alanında çalışan dernekler halkın çok büyük bir bilgisizlik yaşadığını, istismar edilen bu alana karşı biraz da kayıtsız ve şüphe gözüyle baktığını da bilmek zorunda. Çünkü bu dünyada büyük devletler özgürlük, insan hakları diyerek ülkeler işgal ediyor, zulümler yapıyor, kendi yaptıkları zalimliklere kılıf bulmaya çalışıyorlar ve bunları da maalesef insan hakları alanındaki kavramları kullanarak ifade etmeye çalışıyorlar. Bunun için yaygın ve doğru bir insan hakları eğitimi ile toplumu bilinçlendirebiliriz.

Yorumlar