2008-08-24 00:00:00
Türkiye’de yargı hakkındaki tartışmalar toplumun tüm kesimlerinde sürüyor.Adalet arayanlar aradıkları kişilerden tatminkar bir karşılık alabiliyor mu?Yoksa vitrin’e hitap eden karşılıklar mı alıyor?.Bunu yakın tarihteki bazı olaylar ile tahlil edelim. 1943 yılları… Türkiye İran sınırında karışıklık vardır. Asayiş bozukluğu vardır. Recep Peker dönemi İçişleri Bakanlığı’nda bir karar alınır. Askeri birliklerin her ne vesileyle olursa olsun İran'a geçip orada takip yapması Ankara'nın başını ağrıtacağı için, bölgede jandarmanın kontrolunda, askerlerden oluşmayacak, Türkiye Cumhuriyeti devletiyle resmen ilişkisi gözükmeyecek şekilde bir çete kurulacak ve bu grup çapulculara karşı misilleme yapacaktır. Bu karar alındıktan sonra hukuksuzluklar zinciri başlar. Özalp Jandarma Kumandanı yüzbaşı ve Hudut Tabur Kumandanı binbaşı çeteleşmeyi (kontrgerilla hareketini) kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmak isteyen kaymakamla işbirliği yapar. Artık asayiş sağlanma yönelişinden ziyade bölgeden en iyi çıkar sağlama hesapları yapılmaktadır. Çete İrandaki Kürt köylülerin koyunlarını gaspeder ve maddi çıkar sağlar.Gaspedilen tarafta Türk köylerine saldırır.Bunun üzerine Kaymakam ve etrafında kümelenen çete böyle bir baskının Türkiye tarafında yardımcılar bulunmadan gerçekleştirilemeyeceğini düşünerek harekete geçmeye karar verir, ancak askeri harekâta gerekçe olmak üzere Van Valiliği'ne, “Rus askerleri Özalp yakınlarına kadar geldi” diye şifreli bir telgraf çekerler.Bunun üzerine 3. ordu komutanı Mustafa Muğlalı bölgede görevlendirilir. Özalp ilçesinde, 1943 yılında bazı köylüler kaçakçılık yaptığı yönünde gözaltına alınarak sorgulanır. Yapılan tartışmalar sonunda adli makamlar tarafından tutuklu 33 vatandaşın 30 Temmuz 1943 günü gece yarısından sonra jandarma tarafından cezaevinden alınıp hudut taburu komutanına teslim edilir. Çilli Gediği denilen hududa yakın bölgeye götürülen köylüler elleri bağlandıktan sonra kurşuna dizilir. Olaydan sonra tutanaklarda saldırıya uğranıldığı, saldırganlara açılan ateş neticesi 33 kişinin öldüğü bilgisi yer alır. Olayın Ankara'da duyulmasından sonra tartışmalar başlar. Ancak CHP iktidarının Demokrat Parti baskısını hissettiği 1946 seçimlerine kadar olayı örtbas eder. Seçimden sonra muhalefetteki DP'nin baskısıyla verilen soruşturma emri neticesi Mustafa Muğlalı 1949'da askeri mahkemede yargılanarak 33 kişinin ölümünden sorumlu bulunarak idama mahkûm edilir. Ancak daha sonra Yargıtay kararı bozup orgeneralin cezasını 20 sene ağır hapse indirilir. Muğlalı paşa, 1951 yılında bulunduğu cezaevinde ölür. Muğlalı'ya 1997 yılında Genelkurmay Başkanlığı tarafından iade-i itibar kararı verilir ve Özalp 3. Hudut Tabur Komutanlığı Kışlası'nın ismi, 2006 yılında 'Orgeneral Mustafa Muğlalı Kışlası' olarak değiştirilir. Ölenlerin yakınlarından biri isim değişikliğinin incitici olduğu gerekçesiyle 2006 yılında Ankara 6. İdare Mahkemesi'ne dava açar. Yaklaşık 1,5 yıldan bu yana süren yargılama sonucunda mahkeme görevsizlik kararı vererek dosyanın Askeri Yüksek İdare Mahkemesi'ne gönderilmesine oybirliğiyle karar verir. Yukarıda anlattıklarımız Türkiye’de yargının son durumunu gösteren bir fotoğraftır. Görevsizlik kararı her nedense baştan alınmayıp , 1.5 yıl sonra askeri yargıya gönderiliyor. Askeri yargı’nın nasıl bir karar vereceğini bilmiyoruz ama günümüzde Özden Örnek’in günlükleri ile darbe girişiminde bulunduğu teknik inceleme ile de ispatlanan paşalar hakkında askeri yargının soruşturma açmadığını biliyoruz. Mustafa Muğlalı olayı gündeme gelince Savcı Ferhat Sarıkaya’yı hatırlamadan edemiyoruz. Cesur savcı Sarıkaya bu adalet severliğinin karşılığını meslekten atılma ile buldu. Artık o avukatlık bile yapamayacak işsiz güçsüz bir eski savcı. Güneydoğu’da 60 yıl önce olan olayların bir benzerini ortaya sermek üzereydi. Kontrgerilla bu sefer suçüstü yakalanmıştı ama böyle bir aksiliğin (!) adalet arayan savcının işsiz kalmasıyla sonuçlandı.Ama asıl üzücü olan yargı camiasının büyük bir kesiminin bu ve benzeri olaylara suskun kalmasıydı.Mustafa Muğlalı’ya iade-i itibar yapılan bir ülkede kurallar değişmiyor, savcının işten atılmasıyla kontrgerilla yapılanması itibarlandırılıyordu.Bu gidişle itibarlar ve karanlık olaylar devam edecek. Bu ve benzeri gelişmeler karşısında yargı’nın tavrı nedir? Adaleti en çok araması gereken yargının 28 Şubat sürecinde sık sık brifinglendirildiğini biliyoruz. Bir hukuk devletinde kuvvetler ayrılığı ilkesi gereğince emir almaması gereken yargı mensupları brifinglerde doğru yönde (!) bilgilendiriliyorlardı. Kocaeli Baro başkanı Ersayın Işık yargının bu içler acısı halini eleştirmek isteyenlerin temsili bir gösterisine bile tahammül edemiyor. Başörtüsü’ne özgürlük yürüyüşünde yargı eleştirisi için temsili bir gösteriyle avukatlık iddiasında olmayan kişilerin cübbe giymesine fiili müdahale ediyor. Bir toplumsal gösterinin argüman esprilerini bile statik bir anlayış ile yorumlamaya çalışıyor. Haliyle cübbe mücadelesi vererek güya yargının saygınlığını korumaya çalışıyor. Sinema filmlerinde rol icabı hukukçu görünümlü cübbe giyenleri bile unutuyor. Oysa yıllardır kamu vicdanını sızlatan binlerce karar ile yargının son hali ortadadır. Mustafa Muğlalı olayı cumhuriyetin aydınlatılmadığı, üstelik kişiye itibar sağlandığı için vicdanların sızladığı hali ile karşımızdadır. Muğlalı, Sarıkaya vb olaylarla adeta “benden olanın itibarını kollar ve yeni hukuksuzluklara itibar sağlarım” diyenler vardır. Yargının gerçek saygınlığı böyle imtihanları başarıyla geçmeyle sağlanır. Yargının saygınlığını sadece meydanlarda cübbe peşinde koşma olarak algılamıyorsanız Muğlalı kararını eleştirebilmelisiniz. Mevzuat vb. denilerek kararı görmezden gelebilirsiniz. Ama içten içe kanayan bir yaranın daha da derinleşmesine yol açmaktan başka bir şey yapmış olamazsınız. Savcı Ferhat Sarıkaya için tek bir kelime söyleyememiş bir yargı mensubu iseniz sokaklarda cübbe peşinde koşmakla kimseye kendinizi ispat edemezsiniz. Eski darbeleri hasretle ve övgüyle anan Danıştay başsavcısı Tansel Çölaşan’ı eleştirmemişseniz boşuna yargının saygınlığından bahsetmeyiniz. Yargı’nın brifinglendirilmesini eleştirememişseniz boşuna meydanlarda cübbe peşinde koşturmayınız. Anayasa mahkemesinin bir hukuk garabeti olan 367 kararı üzerine tek bir kelime etmemişseniz boşuna yargının saygınlığı vb. demeyiniz. Yargıtay başsavcısının iddianamesinin açıklanmadan iki gün önce İşçi Partisinin bilgisayarlarında kayıtlı olduğu gerçeği üzerine tek bir kelime etmemişseniz boşuna yargı’nın saygınlığı demeyiniz. Birçok iddianın yer aldığı bir iddianame ile kapatma davası açan Yargıtay başsavcısının “başörtüsüne özgürlük girişiminde bulunmasaydılar ben bu davayı açmazdım” demesi karşısında diğer iddiaların iddianameye niçin konulduğunu sormamışsanız ve konu hakkında tek bir kelime bile sarf etmemişseniz yargı’nın saygınlığından nasıl bahsedebilirsiniz? Darbe girişiminde bulunduğu artık ispatlanmış generaller hakkında suç duyurusunda vb. bulunmayı bırakın, yargının soruşturma açmaması konusunda tek bir kelime dahi sarf edemiyorsanız yargının saygınlığından nasıl bahsedebilirsiniz? Asıl meydanlar hakkın, adaletin söyleneceği meydanlardır. Yargı’nın eleştirilmesinden değil sıraladığımız örnekleriyle üzücü halinden rahatsız olacak hukuk adamları görmek istiyoruz. “Kral çıplak değil, çok güzel giysileri var” diyeceklerse söyleyecek bir şey artık kalmamıştır. |
Yorumlar