2008-10-17 00:00:00

ARTAN  İŞKENCE NASIL  ÖNLENİR?

 

Engin  Ceber'in  ölümü  ile kamuoyunun  dikkatini  çeken   işkence  konusu  aslında insan  hakları  örgütlerinin  son  yıllarda hep  gündemindeydi. İşkencenin  arttığına  dair  somut veriler  birçok  insan hakları  örgütünün  raporlarına  girmişti. Gözaltında  ve  cezaevindeki    ölümler,  kolluk  kuvvetlerinin  keyfi  muameleleri   son  yıllarda   artma eğilimi  içindeydi.

 

İşkence  yıllardır  bir  Türkiye gerçeği. AB  uyum  yasalarının  kabul  edilmesi  ile  azalma  eğilimi  gösteren  işkence  vakaları  2005'den  sonra  insan  hakları  örgütlerinin  raporlarına   yansıyan  oranlarda  hissedilmeye  ve  ardından  somut  olaylarla  gündemin  zirvesine  çıkıp  Adalet  bakanının  özür  dilemesine  neden oldu. Bir insanlık  suçu olan  işkence  bitirilebilir mi? diye   çoğu  kez sorulur. Elinde  güç,  yetki ve silah   bulunduranların  yetkilerini  bir  hukuk  devletinde  olmaması  gerektiği  ölçüde  arttırırsanız  bu  soruyu  hiç  sormamanız  gerekir. İşkence   kapalı kapılar  arkasında  iz  bırakmadığı  müddetçe  etkisini  kimseye  hissettirmeyebilir. Ama  gün  gelir  ses yükseltilmemesinden    beslenen  artan  işkence,    dozu  kaçırır,  darbeli  cesetler   ortaya  çıkar ve   işkence  bir  irin  yığını  şeklinde  tüm  insanlığın  önüne  apaçık  dökülür.

 

 Hukuk  devleti  suç   isnat  edilenleri    gerekirse  gözaltına  alır ,  yargılar,  tutuklar veya  mahkum  edip  cezaevlerine   koyabilir . Ama  daha  ilk  müdahale  kimlik  sorma  vd.  durumlarda  kişiler  devlet  güvencesinde   olmalıdır. Hiç  kimseye   hukuk  dışı  keyfi  müdahaleler  yapılamaz. Gücünü  ve  yetkisini  keyfi  bir  şekilde  kullanma  eğiliminde  olan  insanoğlu  için  her  zaman   sınırlar  getirilmesi  kaçınılmazdır. Hele  bu  devlet  erki  için olursa,    elinde  silah  bulunanlar  için  olursa,  konunun önemi daha  da  belirginleşir.

 

Devlet  için   yasalarla  sınırları  çizilmiş cezalandırma metodları  vardır. Ama   işkenceyi  bir  cezalandırma  metodu haline getirirseniz sanıklarla, tutuklularla,  mahkumlarla  karşı  karşıya  kalan  devlet  görevlilerinin  yaptıkları    için sonradan özür  dilemeniz  boşunadır. Zira artık  bu  Dünya'ya  geri  dönemeyecek   hayatını  kaybetmiş   kişiler  veya  kalıcı  sakatlıklar  yaşayanlar  vardır  artık  sahnede. İşkencenin  yarattığı  kalıcı  psikolojik  veya  fizyolojik  izleri  taşıyan kişiler  bunu  aileleri,  ve yakınları  ile  yaşar  yıllarca. Artan  kin  ve  intikam duyguları  ise  barışı bombalamaktan  başka bir  şey  getirmez  kimseye.

 

Engin  Ceber olayında  bir ilk  yaşandı ve Adalet   bakanı  özür  diledi. Oysa  şimdiye  kadar devlet  yetkilileri  işkenceyi  kabul  etmiyor ve  işkence  davaları  zaman  aşımına uğruyordu. Bazı  işkence  davaları  ise  uluslararası  baskılar  sonucu zamanaşımına  yakın  bir  zaman  kala  az   ceza verilebilen kararlarla  bitiyordu. O  halde  şu  ana  kadar  kabul  edilmek bile   istenmeyen  işkence  için  şimdi  neden  bakan  kalkıp  özür  diliyordu?  Son  olayda  işkence  mızrağın çuvala  sığmayacağı  bir  şekildeydi. Diğer  işkence  olaylarına  göre  olay  medyatikleşmişti. Medya  baskısı  olmasa bu  özür  olur muydu,  bilemiyoruz. Medya baskısı  olması  için  ortak vicdanın isyan  edeceği  bir  olay  olmalıdır. Engin  Ceber  olayı  hiçbir  şekilde  mazeret  bulunamaz  ölçüdeydi.  Ancak  Türkiye'de  işkenceye  karşıtlık  konusunda kalıcı    bir  ortak  vicdan  olmadığını da  gözlemliyoruz. Birleşmiş Milletler tarafından yapılan 'World Public Opinion -Dünya Kamuoyu-WPO ' anketine göre, Türkiye 'de kamuoyunun yüzde 51'i, 'masum insanların hayatlarının risk altında olduğu olağanüstü durumlarda 'teröristlere' belli oranda işkence yapılabileceğini' düşünüyor. BM , 2006 yılında bu oranın yüzde 24 olduğuna ve son iki yıl içinde yüzde 27'lik bir artış gösterdiğine dikkat çekiyor. Anketin yapıldığı 19 ülkenin 14'ünde ankete katılan kişilerin çoğunluğunun 'işkencenin hiçbir durumda kesinlikle uygulanmaması gerektiğini' belirtiyor. Ancak ankete göre Hindistan , Nijerya ve Tayland ile birlikte Türkiye 'de büyük çoğunluk işkenceye onay veriyor. Türkiye 'de bu oran yüzde 51. Türkiye 'de işkence yapılmaması gerektiğini düşünenlerin oranı ise yüzde 36. Bu oran 2006'da yüzde 62'ydi. Türkiye 'de 'genel olarak işkence uygulanabileceğini düşünenlerin' oranı yüzde 18. Bu oranın Çin ile birlikte en yüksek oran olduğu da belirtiliyor. Bu  veriler ışığında  eğri  oturup  doğru  konuşmak  gerekiyor. İşkence konusunda  toplumsal  bilincin    oluşmadığı    bir  toplumda,  işkence  nasıl  önlenecektir?  Kolluk  kuvetlerinin  keyfi  muameleleri  ile  nasıl  mücadele  edilecektir.? Halkın  ısrarlı  talepleri olması  halinde   ancak    işkencenin   bitmesi  konusunda  umutlanabiliriz. İşkenceyi  sistematik    hale  getirmiş  olanları  kalıcı  olarak   durdurulabilmeyi  istiyorsak   genel  bir insan  hakları  eğitiminin  şart  olduğu  ortadadır. Toplumda  bu  bilinç eksikliği varsa  işkenceyi  cezalandırma  metodu   olarak  uygulayanlar  nasıl durdurulacaktır? İnsan hakları  sorunlarının  mentalitesi  ve fiiliyatı   ile  kendi  uygulamalarından    kaynaklandığı      ve  bu    sorunları  halletmeye  niyetli olmayan   kamu  idaresinin  olduğu  yerde  ne  yazık ki  konunun  öneminin  anlaşılması  için yeni  işkence  kaynaklı  ölümler  bekleyeceğiz. Bir  de  işkenceye  uğrayanların  çeşitli  kötü  muameleleri  normal  kabul  etme  şeklindeki  toplumsal  bilinçaltından kurtulamamaları  buna  eklenirse  işimizin  daha  da  zor olduğu  anlaşılacaktır.

Yaşam hakkı,  işkence ve benzeri muamelelere karşı korunma, kölelik ve benzeri uygulamalar, ulusal veya uluslararası hukuka göre suç sayılmayan bir fiil nedeniyle kimsenin itham edilmemesi, herkesin aksi hukuk önünde sabit oluncaya kadar masum kabul edilmesi gibi sınırlar  bir hukuk  devletinin  azami  ölçüde  dikkat  etmesi  gereken  özelliklerdir. Ülkenizde  şiddetin artmasının  ilacını,   bu hak  ve  özgürlükleri kısmak    olarak  görürseniz,   ateşin  üzerine  benzin  dökmüş  olursunuz. Hukuk devletini    idare edenler  sokaktaki  vatandaşın  mantığı  ile  hareket  edemezler. Güç  kullanmanın,  cezalandırmanın  usulünü  toplumsal  linç  ruh  hali   belirleyemez.

Son  yıllarda  özgürlükler yerine  güvenliği esas  alan   kanun  değişimleri,   cezai müeyyidelerin ağırlaştırılması, baskının artırılması, özgürlük ve hakların ise olabildiğince kısıtlanması  şeklinde ortaya  çıkmıştır. TMK  2006  yılında hak  ve  özgürlükleri  kolluk  kuvvetlerinin  keyfi  bir  biçimde  kısıtlamasına    zemin  hazırlayacak şekilde   değiştirilmişti. Ardından  Haziran  2007'de  Polis  vazife  ve  selahiyetleri  kanununda  polisin yetkilerini  arttırıcı  değişikliklerin de  yapılması  ile  zaten  işkence   ve kötü  muamelenin  yolu  iyice açılmıştı. Aramalarda,  gözaltında,  cezaevinde  niye  işkenceler  yapılıyor?  diye  sormanıza  gerek  yoktur.  Zira  kanun  eliyle  buna  zemin  hazırlanmıştır  artık.Ardından  çok  somut  bir  şekilde  gözaltında  ve  cezaevlerinde  ölümler  ve  işkence  vakalarında  artışlar  yaşanmıştır.

 

Önemli olan  işkencenin  durmasıdır. İnsanlar  öldükten  sonra  dövünmenin   anlamı yoktur. Yeni  acıların önlenmesi  gerekir. TMK'da  ve PVSK'da  yapılan  insan haklarına  aykırı  kanun  değişiklikleri derhal  iptal  edilmelidir. Türkiye  tarafından  kabul  edilen  ancak  TBMM  tarafından  onaylanmayan  BM  işkencenin  önlenmesi  sözleşmesi    seçmeli  protokolü  derhal onaylanmalıdır. Zira  bu    Protokolün 1. maddesinde belirtildiği gibi, amacı “işkence ve diger zalimane, insanlik dişi ya da onur kirici muamele ya da cezanin önlenmesi için, bagımsız uluslararasi ve ulusal organlar tarafindan, kişilerin özgürlüklerinden mahrum birakildigi yerlere düzenli ziyaretlerin yapılacagi bir sistemin kurulması”dır. Birleşmiş Milletlerin yasal  dökümanı   olarak kabul edilen İstanbul protokolü   işkencenin,  zalimligin,  alçaltıcı davranışların ve cezaların araştırılması ve   belgelenmesini   içeren bir  kılavuzdur  ve  etkin  bir şekilde  uygulanmalıdır.

 

 

 

 

Yorumlar