23 Şubat 2020

daktilo1984

Uzun yıllardır insan hakları mücadelesinde ön saflarda bulunan, son birkaç yıldır ise sesi iyice kısalan insan hakları savunuculuğu çabalarında hala en ön saflarda yer alan bir milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu. Pazar röportajlarının bu bölümünde Burak Bilgehan Özpek, Sayın Gergerlioğlu ile yükselen otoriterleşmeden, KHK mağduriyetlerine kadar birçok konuyu konuştu.

Geçmişten günümüze Türkiye siyasetinin değerlendirmesini yaparak başlamak istiyorum. Bizde sık kullanılan ceberut devlet diye bir tabir vardı. Ceberut devletin her şeye kadir, meşruluğu kendinden menkul, dokunduğunu meşrulaştıran, dokunmadığını gayrimeşru kılan bir tarafı var. Sizce Ak Parti bu ceberut devlet geleneğinin bir devamı mı yoksa çok daha farklı ve tahmin edilemez bir olguyla mı karşı karşıyayız ?

Sonuç olarak, Ak Parti yükselen bir çevrenin öfkesiyle oluşan bir parti oldu. O dönem, Türkiye’de başörtüsü yasaklarıyla ve dindarlara yapılan haksızlıklarla İslamcı akımlar yükselişteydi. Ben şahsen İslamcı akımların 1978’den sonra yükselişe geçtiğine inanıyorum. 1980 sonrası bir boşluk olunca da, bu yükseliş devam etti. Aslında, Türkiye’nin sosyolojisi değişti. 1980 öncesi Ümraniye’de sol hareketler varken bir anda muhafazakar-geleneksel bir yapıya dönüşüm yaşandı. Anadolu’dan göç hızla devam etti. İslamcı akımlar 80 ve 90’lı yıllarda yükselişteydi ve bugünün Ak Partisi, Fazilet Partisi, Saadet Partisi ile süre gelen bir akım vardı. Bu yükseliş, 1990’larda İstanbul Büyükşehir Belediyesi gibi neredeyse Türkiye’nin ikinci büyük yönetim yapısını Erdoğan’a kazandırdı. Bu önlenemez bir durumdu. Yükselen bir harekette mutlaka karizmatik bir lider çıkacaktı ki, bu Erdoğan ile çıktı ve bu iktidar gerçekleşti. Devamında, devlet ile karşı karşıya geldikleri bir dönem yaşandı. Sonuçta yıllardır İslamcı anlayışı kendisine rakip gören ve İslamcılıktan hazzetmeyen dönemin devlet anlayışı,  o dönem hükümeti kuran Necmettin Erbakan ile karşı karşıya geldi. Bilindiği üzere kısa bir süre sonra 28 Şubat gerçekleşti. 28 Şubat’ın gerçekleşmesiyle toplumda kutuplaşma keskin bir şekilde arttı. 28 Şubat’ın yaşanmasıyla sert bir karşılaşma ile bu akım gerilemeye başladı. Erdoğan bunu da görerek, Devletle uzlaşacak, devletin yapısına çok fazla rahatsızlık vermeyecek bir anlayışı kurmayı gerekli gördü ve bu düşüncelerle Ak Partiyi kurdu. Ak Parti kuruluşuyla Refah Partisinin devamı ve geçmiş yılların rövanşını alacak parti gibi görüldü. 2002 sonrası süreci düşündüğümüzde, Erdoğan’ın güçsüz bir durumu vardı ve bunun için de maalesef Avrupa Birliği ilerleme uyum yasaları konusunda atılımlar yaptı. Maalesef derken bu konuda çok samimi değildi, bunu söylemeye çalışıyorum. Sadece iktidarını pekiştirmek için bunu yapıyordu. Biz insan hakları savunucuları, onun muhafazakar yapısını görmemize rağmen demokrasi, uyum yasaları gibi olumlu adımlarını destekledik. Sonuç olarak, bu reformlar Türkiye’nin geçmişinde çok fazla görmediği ve desteklememiz gereken adımlardı. Zaten genelde, demokrasiye inanmış her kesimden insan bu reformlara olumlu yaklaştı. Fakat, Ak Parti iktidarı ele iyice geçirince devletle tamamen bir uzlaşı içine girdi. Bu uzlaşı devlet mantığı ile uzlaşıydı ve Türkiye için değişen bir şey olmadı. Yeni bir sağ merkez partinin, otoriter bir lideri olarak Erdoğan boy gösterdi.

Sizce gerçekten ittifak yaptığı aktör devlet miydi yoksa devlet içerisinde başka bir klik mi? Çünkü şunu görüyoruz, aslında devlet pratiği Türkiye’de her zaman mağdurlar, her zaman istisnai olanlar olarak Kürtleri ve İslamcıları üretti. Dönem dönem milliyetçileri bile istisnaileştirdi. Fakat, normal kabul ettiği alanın içerisinde de bir kanun hakimiyeti kurmayı başarmıştı. Şimdi, Ak Partinin Türkiye’sinde normal olan bir alan var mı? Yani, kanun hakim olduğu ve devletin makinevari bir şekilde işlediği keyfi olmadığı bir alan var mı sizce?

Hiçbir alan kalmadı tabii ki, bunu hepimiz görüyoruz. Biraz objektif bakan herkes bunu görüyor. Bu yolda mücadele veren birçok insanı da büyük hayal kırıklığına uğrattı çünkü insanlar demokratikleşme adımlarını, çözüm sürecini destekledi. Referandum süreçlerinde sağ ve sol siyasetten aydınlarında parçası olduğu bir propaganda yapıldı. Çözüm sürecinde, Kürt meselesi çözülecek gibi bir takım söylemler kullanıldı. Fakat, sonuçta Erdoğan’ın, kendi kurduğu partideki tüm rakiplerini yavaş yavaş ekarte ederek otoriter bir lider olduğu açıkça ortaya çıktı. Bu hakikaten çok mağdur üreten bir sistem haline dönüştü. İlk başlarda ve iktidarın ilerleyen yıllarında tüm mağdurları ikna edecek açılım politikaları başlattığı zamanlarda herkes buna bir opsiyon tanıdı. Sonuçta çözüm süreci için “Yapacaksan yap, biz buna engel olmayız’’ denildi. Bu noktalarda maalesef samimi değildi ve kendi iktidarını düşünüyordu. Onun için merkez sağ bir parti olmaktan başka yol kalmadı.

Hatta merkez sağın milliyetçi-muhafazakar kanadında konumlandı.

Evet, tamamen tercihi bu yönde oldu ve Türkiye’ye çok büyük bir kötülük yapmış oldu. Çünkü, Türkiye’nin bir takım kazanım ve birikimleri vardı. Bunları çok hoyratça ve acımasızca harcamış oldu. Ben en çok buna yanıyorum. Türkiye zaten demokrasi ve hukuk adına çok kötü bir yerdi. Bunlara örnek olarak darbeler, tek parti dönemi ve muhtıralar oldu. Bütün bunları yaşayan bir ülke olarak demokrasi, hukuk, çözüm, açılım gibi sözcükleri dolaştırdığı zamana tüm bunlara ihanet ederek bir muktedirlik oluşturdu ve ortada hiçbir şey bırakmadı.

Peki, biraz da aşırı demokratikleşme ve aşırı otoriterleşme süreçlerinden bahsetmek istiyorum. 2000’li yılların ilk 10 senesinde hakikaten umulmadık bir demokratikleşme yaşanırken, şu anda da hepimizi şaşırtan bir otoriterleşme var. Bunların ikisi de normal değil. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?

Evet. Açıkçası, Erdoğan baştan beri çok otoriter bir liderdi. Biraz kendi kişiliğinden kaynaklanan bir durum var. Çevresine hep boyun eğdiren bir insan. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı dönemi değerlendirildiğinde, daha öncesinde de sonrasında da hep böyle bir lider olduğu görülüyor. “Bana boyun eğeceksin” şeklinde bir yönetim tarzı vardı. 2000’li yıllarda demokratikleşme adına bir şeyler yapıldı ama o zamanlarda da sürekli bizim eleştirilerimiz vardı. Ben mesela o dönem başörtüsüyle, Kürt meselesiyle ilgili çok çalışmaya katıldım ve Erdoğan’ı çok eleştirdim. Öte yandan, iyi adım attığı zamanda biz “kötü iş yapıyorsun” demiyorduk. Bütün arkadaşlarımız ve insan hakları çevreleri de bu çizgideydi. Eğer, insan haklarıyla ilgili olumlu gelişmeler varsa biz bunu insan hakları dernekleri olarak destekleriz, devam edin diyorduk. Tabii, süreç ne yazık ki büyük bir hayal kırıklığına evirildi. Daha sonralarda muhafazakar camianın demokrasi yönünde bir ilerleme sağlayacağına, tam tersi yönünde statükoculaşan milliyetçi yapıya kavuşması iktidar eliyle gerçekleşti. En büyük kaybı ben burada görüyorum. Her şey adına büyük bir hayal kırıklığı oluşturdular. Din, demokrasi ve insanlar adına hayal kırıklığı oluştu. İnsana güven bile kalmadı. Yani insanlar, en yakın arkadaşları dahil olmak üzere ona gerçekten güvendiler. Şimdi bu şekilde tüm eski saf arkadaşlarını da ekarte ederek yükselişini acımasızca devam ettiren, tüm birikimini bu yöne çevirmiş bir lider var. Bu gidişatı da Türkiye’yi iyi bir yere götürmeyecek. Çok hesapsız, kitapsız sadece kendisini kurtaracak bir tarzda gittiği için daha büyük tehlikelere yol açacak bir hali var.

Şu an yaşadığımız durum toplumun her kesimindeki ılımlılar için aslında cehennem gibi bir şey çünkü, her kesimin içindeki ılımlılar diğer tarafla konuşmak için bir dönem kendi içindeki radikalleri bastırmıştı. Erdoğan bu radikalizmi tekrardan ortaya çıkarttı. Mesela, İslamcılarla diyalog yanlısı olan sol aydınlar vardı. Otoriterleşme onların elini çok güçsüz kıldı ve radikal sol fraksiyonlar, bunları tırnak içerisinde söylüyorum, onları ‘’liberal’’ olmakla itham ettiler. Liberal olmak itham edilecek bir şey değil ama radikal sol fraksiyonlar için ayıp bir durum. Yine Kürt meselesinde de benzer bir durum oldu. Toplumun geri kalanıyla diyalog içerisinde olmak isteyen daha ılımlı Kürt siyasetçiler ya da HDP’li siyasetçiler, çözüm sürecinin bitmesiyle beraber açıkta kaldılar ve kendi içlerindeki radikallerin ön plana çıkmasını önleyemediler. Sonuç olarak, toplumun her kesiminde radikalizm yükseliyor. Erdoğan’ın iktidar sırrı bu olabilir mi?

Evet. Erdoğan zaten önceki yıllarında da hep bu karşıtlığı besledi. İşte biz Müslümanlar eziliyoruz, başörtüsü vesaire benzeri meseleler çok hoşuna gidiyordu. Bunlar bu ülkede yaşandı ama mağduriyetleri kullanarak bunun üzerinden yürümek ve samimi olmamak da onun özelliğiydi. Bu durumu kutuplaştırarak ve radikalleştirerek devam ettiriyor ve hoşuna gidiyor. Zamanında, çözüm sürecindeki sözlerini bugünle karşılaştırıyorum, birbirine çok ters görünüyor. Hatta geçmişte kendi söylediği sözleri, bugün söyleyenleri terörist diye cezalandırıyor. Bunu çok iyi biliyoruz ama şu anda sırf kendisi için radikalizme oynuyor. 2010’lardan önce demokrasi, demokratikleşme ve liberalizm diyordu. 2010 sonrası ise kendisi için radikalleşmeyi tercih etti. Hani, 2010 öncesinde de karşısındakileri Ergenekoncular, darbeciler diye adlandırılarak “Ey halkım bunlar beni yıkmaya çalışıyorlar, arkamda durun” denildi. Burada oluşturduğu farklı bir radikalleşmeden de istifade etti. Hep bir karşı kutup göstermeye çalıştı. Siyaset yapma biçiminde böyle bir düşmanlaştırma, karşı tarafı hedef gösterme ve kendini yüceltme anlayışı çok var. Maalesef, onun yapısı böyle. Çocukluk, gençlik yıllarından beri gençliğini incelediğiniz zaman sürekli kendi nefsinin ön plana çıktığı bir mücadele tarzının egemen olduğunu görüyoruz. Şimdiye de ait bir durum değil, öncesinden böyle bir insandı.

İnsan hakları bir norm. Tabii aktivistler, demokratlar, liberaller, insan hakları savunucuları bu normu oluşturmak için büyük çaba sarf ettiler. Erdoğan içinse, özellikle muhafazakarların insan hakları mücadelesi siyasi bir mücadeleydi. Yani bir norm mücadelesi değil, siyasi başarı mücadelesiydi. Bunu da galiba en net anladığımız nokta 15 Temmuz sonrası yaşananlar oldu. Nasıl en çok işçi Stalin tarafından, yani bir komünist devlet tarafından mağdur edildiyse, en çok muhafazakar da aslında Erdoğan yönetimi tarafından mağdur edildi. Geldiğimiz noktada, ortada siyaset dışı ya da siyasi bir zafer dışı bir güdülenme, motivasyon yokmuş; onu anlıyoruz, öyle değil mi?

Tabii, mesela 2006 yıllarındaki terörle mücadele kanunu tartışmalarını hatırlıyorum. O zaman da hep böyle işine gelecek şekilde kullanırdı. Bir ileri, bir geri yapardı. Milliyetçi kamuoyuna oynardı. İnsan hakları anlayışı perspektifi maalesef sadece Erdoğan’da değil, muhafazakar camiada da yoktu. Ben mesela başörtüsü eylemleri içerisinde yıllarca bulunmuş bir insanım. O zamanlarda biz birlikte mücadele verdiğimiz insanlarla “başörtüsü haktır, bir özgürlüktür ama başını açmak da bir haktır” derdik. Başı açıkların başörtülülere, başörtülülerin başı açıklara bu konularda destek vermesi önemlidir, diyerek mücadelemizi yürütürdük. Fakat, bizim bu söylemlerimizden bu konuda mücadele yürüten çevreler rahatsız olurdu. “İslami bir mücadeleyi, insan hakları mücadelesine çeviriyorsun” derlerdi. Böyle bir toplumsal genetik var ve Erdoğan da bu toplumsal genetiğin bir ürünü. Tek başına bunu yapmadı, arka planında büyük bir toplumsal desteğin olduğunu biliyorum.  Mesela, Akit Gazetesi gibi gayri ahlaki yayın yapan bir gazete, daha ahlaklı olmak için günde beş vakit namaz kılan insanlar tarafından desteklenebiliyor. Herhangi bir ahlak, insan hakları anlayışı bu desteği verebilir mi? Bu mümkün mü? Normalde veremez ama veriyor çünkü orada bir yenme–yenilme ikilemi mevcut. İnsan hakları ve ahlak gibi kriterleri ve anlayışları yok. Maalesef, Erdoğan da böyleydi. Bu toplumun bir ürünüydü ve bu anlayış yükseliyorsa buna uygun birisi çıkacaktı ve Erdoğan çıktı. Bu anlayışın toplumsal anlayışını ben maalesef iyi biliyorum. Biz yıllarca bu konularda insan hakları mücadeleleri verdik. Ben 2002-2003 yıllarında Türkiye’de Ermeni meselesi, misyonerlerin kilise açma-açmama meselesini konuştuğum zamanlarda, din ve vicdan özgürlüğü açısından başörtüsü haktır, diyenler; Hristiyan’ın da kilise açması haktır, dediğimde itiraz ediyorlardı. Örneğin, kiliseye bomba atılırsa ilk bizim karşı çıkmamız gerek, diyordum; buna karşılık, “Olur mu öyle şey, onlar vatanımızı bölmek için hareket ediyorlar, niyetleri başka, hak–hukuk değildir’’ diyerek cevaplıyorlardı. Zaten medyasıyla, iktidarıyla bu anlayış besleniyordu. Erdoğan da bunun bir ürünü olarak ortaya çıktı ve bu anlayışla ortaya çıkıldığından toplumla uzlaşması zor olmadı.

15 Temmuz’dan sonra, bir açıdan bu toplum kendini ifşa etti. 15 Temmuz sonrası yaşananları salt devlet zulmüyle açıklayamayız. Toplum da hızlı bir şekilde mobilize oldu ve adeta cellat gibi herkes bulunduğu ortamda, tabiri caizse, kelle alma derdine düştü. İnsanların içinde böyle kötü bir taraf vardır ve bu iktidar insanların içindeki en kötü tarafı ortaya çıkarma konusunda yetkin. Belki sizin söylediğiniz gibi İslami kanatta ve muhafazakar siyasal kanatta ya da milliyetçilerin içerisinde böyle bir damar var ama bu toplumunda geleneksel değerlerle yaşayan ama radikalleşmeyen, toplumun merkezinde duran bir kısım da var. Erdoğan bu insanları da radikalize etti. Bu açıdan da bu bir sorun değil mi sizce?

Evet, dediğiniz kesimi radikalize etti ama öncesinde de maalesef o evrensel ahlak anlayışı yoktu. İşte asıl, biz o yokluktan şikayetçiydik. Zaten ben kendi mücadelem içinde bunu çok net görüyordum. Biraz önce anlattım, “Herkese adalet, başörtüsüne özgürlük’’ söyleminden benim anladığım, herkesin din ve vicdan özgürlüğü özgür olmalıdır, başörtüsüne de bundan dolayı özgürlük tanınmalı, düşüncesiydi. Biz her gösterimizde bu sloganı atardık. Sonra bir keresinde bir arkadaşıma sen bu slogandan ne anlıyorsun diye sordum. Bana “Başkasına özgürlük tanınıyor da bize niye tanınmıyor’’, bana bunu anladığını söyledi. İşte orada farklı bir anlayış olduğunu anladım. Burada kıskanarak bir özgürlük anlayışı var. Bizim arkadaşlar başkasına da özgürlük tanınsın diye düşünmüyormuş. Bakın burada önemli bir nokta var. Düşünüldüğünde slogan çok saf ve temiz. Son derece insan haklarına uygun, güzel bir slogan. Biz o sloganı her yerde attık ama bizim arkadaşlar o sloganı atarken benim kastettiğim biçimde atmıyorlarmış. Farklı bir kasıtla atıyorlarmış. Oradaki evrensel ahlak meselesindeki kusur büyük bir sorun. Şu anda, düşman gördükleri kesimlere yöneldiler. O zaman kendine göre düşmanları vardı. Günümüzde de kendine göre bir takım düşmanları var. Ahlak, demokrasi ve hukuk tanımadan tüm şiddetini, azadını, gazabını oralara yöneltiyor. İşin doğrusu ben çok değişen bir şey olmadığını görüyorum. Ben şu anda da toplumda bunun mücadelesini veriyorum. OHAL mağdurlarıyla oturup bunları konuşuyorum. Onlara diyorum ki, benim sizinle konuşmam sadece sizin mağduriyetinizi bitirmekle ilgili değil. Bu derslerden sonra hep beraber bir insan hakları ve demokrasi ortak paydası oluşturabilecek miyiz? İşte benim asıl derdim bu. Onlara sürekli sizinle bunu konuşmak istiyorum, diyorum. Çünkü, o muhafazakar camiada mağdur olanlar büyük bir şok içindeler. Türkiye’de en büyük şoku yaşayan şu anda onlar. Bir kısım da en büyük değişimi yaşayan kesim çünkü, yıllarca beraber oldukları muhafazakar kesim karşısında düşman konumuna itildikleri zaman acımasızca bir muamele gördüklerinden tüm değerleri sorgulamaya başlıyorlar. Kimisi dini, demokrasiyi, insanı sorguluyor. Dinden çıkanı bile var. Demokrasiyle ilgili dün göremediği çok şeyi görmeye başlayanlar var. Muhafazakar camiada büyük bir özeleştiri ve muhasebe yapılıyor. Ben yeterli oranda yapıldığını hala görmüyorum ama bunun yapılması için uğraş veriyoruz. Muhafazakar camiada şu anda bu konu tartışılıyor. Erdoğan’ın yandaşları için tartışılmıyor tabii, onlar zaten çok uzaklar ama en azından mağdurlar arasında tartışılmaya başlandı. Bugünün mağdurları, dün Erdoğan’ın yandaşları gibi insanlardı. Hayatlarında hiç demokrasi, hukuk, Kürt meselesi, Ermeni meselesi yoktu. Hiçbir insan hakları konusu yoktu. Bunları tamamen milliyetçi-muhafazakar anlayışla düşman gibi görüyorlardı. Şimdi bana kimisi diyor ki “Öncesinde Ermeni meselesi deyince benim tüylerim diken diken olurdu, hatta bunu söylenin ağzını burnunu dağıtırdım ama şimdi bana yapılanlardan sonra 100 yıl önce bunun bir benzeri yapılırmış, 1915’de Ermeni Soykırımı olduğuna inanıyorum.’’ diyor. Ya da Kürt meselesi için bunları söyleyen çok kişi çıkmaya başladı. Muhafazakarlar, mağdur olduklarında bunları görmeye ve bunu geliştirmeye başladılar. Bizim de şu anda yaptığımız, mağdur muhafazakarlara insan hakları ve demokrasi açısından bir şeyleri hatırlatmak. Farklı kesimlerle beraber demokrasi ve hukuk ortak paydası oluşturmaları gerektiğini, geç kalındığını söylüyoruz ve nispeten bu konularda ilerleme sağlıyoruz.

Birisine zulüm hak görülürken, onun insan olma statüsü aşağı çekilir. İnsan insana zulüm yapamaz. Eğer zulüm yapılıyorsa, karşıdakinin insandan daha aşağılık bir türe tekabül etmesi gerekir. Dolayısıyla, Türkiye’de KHK’lılar çok anormalleştirildiler. İnsani özelliklerinden azade, medya kampanyalarında akıl hastalığına tutulmuş müritler gibi gösterildiler. Sizin en büyük katkınız bu insanların insanlığını ön plana çıkartmanız ve normalleştirmeniz oldu. Bu aşamada bu insanların normal olduğunu kabul etmesi gerekenler sadece muhafazakarlar değil, toplumun diğer kesimleri de var. Onlar meseleye nasıl yaklaşıyorlar? Mesela, muhafazakar olmayanlar da gerçekten KHK’lıların normalleşme sürecine ikna olmuş durumdalar mı? Ne gözlemliyorsunuz?

Maalesef çok fazla umursanmıyor. Öyle bir gündem çok fazla yok. Mesela ben Van’a gittiğimde oradaki Kürtlere normalleşmeyi anlattım. Birçok yerde de benzer tepkiler alıyorum, şu şekilde bir tepki aldım. “Hocam onlar yıllarca Kürt meselesini görmediler, şu anda görüyoruz demelerine aldanma, yine görmeyecekler” deniyor. Ben karşılık olarak tamam, haklısın; diyorum. Fakat, 500 yıllık bir yapı iki yılda kolay kolay değişmez ama bu değişimi ve gelişimi desteklemek gerektiğini de söylüyorum. İnsanlar ve farklı kesimler bunu önemsemek ve görmek istemiyorlar. Seküler kesimlerin umurunda değil, Kürtler de yine çok fazla önemsiyor. Toplum buradaki değişimle çok fazla ilgilenmiyor ve hatta gayri insani muamelelerle çok fazla ilgilenmiyor. İşte eski hesapları konuşuyorlar. Dün şöyle yapmıştınız bugün de çekin cezanızı, diyorlar. Ben de onlara şunu diyorum, bu toplum yüzlerce yıldır “Sen dün bana bunu yapmıştın, bugün canın okunsun” diyerek gitti. Bu nereye  kadar böyle gidecek? Yarın öbür gün belli ki, Ak Parti iktidarı da aynı durumlara düşecek. Aynı şeyler yapılacak. Hukuktan çıkıldığı müddetçe nereye varacağız diyoruz. Bu açıkçası anlaşılamıyor. Buradaki gayri insani tavırlar, insan değerinin ve tüm değerlerin ayaklar altına alınması toplumun çok fazla umurunda değil.  Onlar hala eski kamplaşma mantığıyla hareket ediyorlar. Ben bunları birçok yerde anlatmaya çalışıyorum. Her kesimden insanlara CHP’lilere, seküler insanlara, Ak Partililere, Ülkücülere, Kürtlere anlatıyorum. Biraz vicdani ve hukuki emelleri, istekleri olanlar az çok ne yapmaya çalıştığımızı anlıyorlar ve destek veriyorlar. Fakat, büyük çoğunluk çok fazla umursamıyor. Çeksin cezasını, devlet insanlara suçu olmasa ceza mı verir diyorlar. Dün kendisine yapılmasına rağmen, bugün başkasına yapıldığı zaman çok rahat aynı kelimeleri kullanabiliyorlar. Bakıyorsunuz, dün kendisine terörist denildiği zaman tüyleri diken diken olan Kürt, şimdi bir KHK’lıya çok rahat terörist diyebiliyor. Ben bir HDP vekiliyim ama bu da benim zoruma gidiyor. Bunu da net bir şekilde söylemek isterim. Bu da olmaz çünkü, devlet aygıtı muhalif gördüğünü düşmanlaştırmak ve onu herkesin gözünde ayaklar altına alınası bir mahlukat kılmak istiyor. Sen de buna alet oluyorsun. Bak dün sana söylenenden nereye gelmişsin. İşte bunlar önemli hususlar. Açıkçası ilkeli olmamız gerekiyor. Devlet ağzı kullanmamamız gerekiyor. Sonuçta, farklı birçok kesimde çok fazla değişim yok. Ben toplumda bu değişim olmaksızın da bir yere varabileceğimizi düşünmüyorum. İyileşmemizin ve ıslah olmamızın tek yolu da buralardan ortaya çıkan özeleştiriler ve kendini o minvalde düzeltme çabaları olarak görüyorum. Bu toplum için başka bir yol yok.

Son sorumuzu soralım. Biz sizi ümitsiz gördük. İçimiz karardı. Bize umut veren bir şeyler söyleyin Ömer Faruk Bey.

Ben bunları anlatınca insanlar genelde böyle söylüyor. Haksız değilsiniz. Ben tabloyu böyle çiziyorum ama mücadele ile alınabilecek yol konusunda ümit var. Ümitsiz değilim ve ben de bu yüzden mücadele veriyorum. Yoksa ben de mücadele etmezdim. Köşeme çekilir veya yurt dışına giderdim ama mücadeleyle çok şeyler elde edildiğini yine de görüyorum. Ne kadar böyle kötü bir ortam olsa da mücadele ile bu değişimin yavaş yavaş yaşandığını görüyorum. Bu öyle hızlı bir değişim değil ama dediğim gibi yüzlerce yıllık bir kalıntı var. Siz onu bir anda değiştiremezsiniz ama bu tür hadiseler değişime hizmet ediyor. Ben bunları kullanarak iyi bir yere gidebileceğimizi görüyorum. Çok iyi özeleştiriler de geliyor bana ve bunlar mutlu ediyor. Mağdurlar arasında çok fazla var. Mağdur olmasa da bu hali dışarıdan gören demokrat insanlar da bu özeleştirileri daha net bir şekilde yapabiliyor. Ben bunlara güveniyorum. Bunları geliştirerek, yavaş yavaş bu hali daha geniş bir çapa ulaştırabileceğimize inanıyorum. Ortam çok kötü, karanlık ama ümitliyim. Muhafazakarların ve başka mağdurların hali ortada ama bu kolay bir değişimin zaten olmayacağını önceden gösteriyor. Hemen bu değişimleri beklemek zaten haksızlık. Hani bu toplum öyle bir toplum değil ki. Bizim genetiğimiz tamamen statükocu, muhafazakar, kendine Müslüman ve kendine demokrat bir genetik. Kolay mı hızlıca değişimi sağlayabilmek? Fakat, bu konuda mücadele edilince de az çok bir yerlere ulaşabileceğimizi düşünüyorum.

Yorumlar