10 Ekim 2023

ÖFG TV’den herkese merhaba her hafta Salı günü saat 21.00’da haftanın önemli insan hakları konuları ve konukları ile sizlerle birlikte olduğumuz programımıza bu akşam da başlıyoruz. Bu akşam iki önemli konumuz ve konuğumuz olacak. İlki son 3-4 gündür sadece Türkiye’de değil, sadece İsrail ve Filistin’de değil tüm dünyada konuşulan bir konu; Hamas, Filistinliler ve İsrail arasındaki korkunç çatışmalar ve bu nereye gidecek bunu konuşacağız. Öyle görünüyor ki; daha vahim olaylar olmaya devam edecek, can kayıpları artmaya devam edecek, ne yapmalıyız, nerede durmalıyız, nasıl bir bakış açısı olmalı onu Sn. Abdulbaki Erdoğmuş ile konuşacağız.

İkinci bölümde de 10 Ekim katliamı ülkenin en büyük katliamı ve halen adil bir sonuç yok, çok şaibeler var üstünde ve maalesef nitelikli bir hukuki araştırma yok, baştan savma, örtbas etme gibi tavırlarla devam ediyor dava süreci. 8 yıl oldu halen sürüyor, bu vahim durumu da 10 Ekim katliamı avukatı ile Sn. Avukat İlke hanım ile konuşacağız.

İlk olarak Sn. Abdulbaki Erdoğmuş ile konuşacağız.

Abdulbaki Erdoğmuş:Siz iftihar ettiğimiz değerli bir milletvekilimizsiniz, sizi kutluyorum, başarılar diliyorum.

Ömer Faruk Gergerlioğlu: Bir insan hakları savunucusu eski bir parlamenter, siyaseti, dünyayı iyi izleyen, yorumlayan bir insan olarak sizinle son günlerde çok vahim bir şekilde bir anda tüm insanlığın gündemine gelmiş bir olay hakkında konuşmak istiyoruz. Hamas’ın saldırısı, ardından İsrail’in bombalamaları, yıllardır süren Filistin sorunu, işin doğrusu Filistin sorunu mu İsrail sorunu mu desek bilemiyoruz. İnsanlığın elinin kolunun bağlı kaldığı ne diyeceğini bilemediği bir çözüm bulunamadığı, gittikçe kanın, vahşetin, katliamların arttığı bir sorun Filistin’deki sorun. Sizlerden bu konuda doğru bir bakış açısı nedir? Bu değerlendirmelerinizi almak isteriz. Konu oldukça sıkıntılı, neden doğru bir bakış açısı ihtiyacı hissediyoruz? Çünkü taraf olmak doğrulardan uzaklaşmayı getirebiliyor. Taraf olmadan hakkaniyet yanlısı olmak doğruları yakalamayı getiriyor. Oldukça da kritik bir konu, son derece duygusal bir konu. Kapanmamış bir yara ve üzerine sürekli de tuz dökülüyor, her gün her gün bebek ölüleri yaşlı insanların katledilmesi vahşetler, katliamlar yıllardır bir büyük sorun ile karşı karşıyayız. Abdulbaki Bey.

Abdulbaki Erdoğmuş: Öncelikle 10 Ekim münasebetiyle Türkiye’de yaşanan hukuk dışı ve hak ihlallerinin yıl dönümü münasebetiyle ben de kınıyorum. Hakkı ihlal edenleri, ilgisiz kalanları kınıyorum. Doğrusu insan hakları konusu yeryüzünde tüm insanların çok duyarlı olması gereken bir konu. Sizin de sözü ettiğiniz doğru tespitler, doğru yorumlar yapmak için de ben de haklar merkezli yaklaşmak gerekiyor, biz coğrafya insanları olarak insan haklarına karşı duyarlılık az gösterildiği bu bilincin çok az olduğu ne yazık ki toplum olarak görülüyoruz ve öyleyiz de dolayısıyla bu pencereden bakılmadığında her olay savaşlarda dahil bizim açımızdan ya din üzerinden ya etnik aidiyet üzerinden ya da coğrafya aidiyeti bölgesel aidiyet üzerinden değerlendirmek durumunda kalıyoruz. Bence doğru tespitte bulunmayışımızın en önemli nedenlerinden biri de budur. Bunun en açık örneğini İsrail’in saldırgan işgalci yayılmacı tutumu karşısında Filistin ile ilgili geliştirdiğimiz yaklaşımlarda görmek mümkündür. Biz başından beri bize dayatılan bize öğretilen dinler savaşı gibi gösterilen tarihi bir olay ve bu olay sadece coğrafyamızın Müslümanları veya Müslümanlar ile Yahudileri değil esas itibariyle dünyayı ilgilendiren ve dünyayı da etkileyen olaylardır. Bu nedenle birinci hissi olayın doğru teşhis ve tespit edilememesidir diye düşünüyorum. Eğer Müslüman penceresinden, Müslümanlık penceresinden bakıldığında olay; kutsal kabul edilen bir kenti İsrail’in gayri ahlaki ve gayri insani bir şekilde yönetmesinden kaynaklandığı görülüyor. Oysa bu kutsallık aynı şekilde Yahudiler için de söz konusudur. Yahudiler de Hristiyanlar da esas itibariyle Kudüs kentine bir kutsallık atfediyor. Bunun üzerinden yola çıkıldığında meseleyi doğru tespit etmenin mümkün olmadığını söylüyorum. Müslümanlar için Kudüs kutsal bir mekansa Mescid-i Aksa önemli bir ibadet merkeziyse aynı önem Yahudiler ve Hristiyanlar için de geçerlidir. Can alıcı noktalardan biri de; Kudüs üzerinden Müslümanların İsrail öncesi hiç savaşmamış olmamalarıdır. Bugün adeta sanki Kudüs Müslümanlar ile Yahudiler arasında tarihi boyunca bir kriz olarak değerlendirilmektedir oysa böyle değildir. İsrail’in kuruluşundan itibaren başlayan bir krizdir daha öncesi Müslümanlar ile Hristiyanlar arasında haçlı orduları arasında Kudüs sürekli bir egemenlik mücadelesine dönüşmüş, savaşlar olmuş, büyük komutan Selahattin Eyyübi’nin hakim olması ile birlikte haçlı seferleri de son bulmuş ve esas itibariyle o dönemde Yahudiler haçlılar tarafından katlediliyordu, onlara zulüm ediliyordu ve bu zulümden dolayı da Yahudiler göç etmek durumunda kalmışlardı ve Selahattin Eyyübi’nin Filistin’i kurtarması ile birlikte Yahudiler de tekrar Filistin’e tekrar dönmeye başladılar. Dolayısıyla bizi yönetenler bölge ülkeleri, İsrail’i din üzerinden düşmanlaştırarak esas itibariyle kendi iktidarlarını güçlendirmek ve yönettiklerini uyandırmamak ve din ile oyalamak politikalarını güdüyorlar. Yoksa kurulan devletlerin belki Siyonizm açısından değerlendirmiyorum ama ulus devletler olarak İsrail’in kuruluşu ile hemen hemen aynıdırlar, çok fazla fark yoktur. İsrail’i kuran küresel güçler Körfez ülkelerinin de kurucu unsurlarıdır. Dolayısıyla İsrail’in meşruiyeti tartışıldığında bunların da meşruiyetinin tartışılması gerekir dolayısıyla bu meselelerin içinden çıkamayız. İkincisi de Müslümanların buraya yükledikleri anlam, burası kutsal bir şehir Müslümanların birinci kıblesi, Müslümanların fethettikleri bir ülke dolayısıyla fethedilen bir ülke Müslümanlar dışında hiç kimse tarafından bir daha yönetilemez inancı. Bu da tamamen politiktir. Bunun dini bir yaklaşım ile izahı mümkün değildir. Birinci kıble olarak Kudüs olduğu doğrudur ancak Müslümanların Kudüs’e yönelik kıble anlayışını bırakarak Kabe’ye yönelmeleri ile birlikte Kudüs’ün bu özelliği ortadan kalkmıştır. Müslümanlar için bir kıblegah artık değildir. Dolayısıyla ilk kıble diye Kudüs’ü sahiplenmek başlı başına bir sorundur. Sırtını dönen, yüzünü dönen bir din mensuplarının bizim ilk kıblemiz diye dönüp orayı sahiplenmeye çalışmaları dini açıdan izahı asla mümkün değildir. Dolayısıyla konu tamamen siyasidir ve buna dini bir anlam yüklemek sorunu daha karmaşık ve dramatize etmektedir. Bunun açık örneklerinden biri de; İsrail kurulduğunda ilk mücadeleyi veren Filistin Özgürlük Hareketleri sol ideolojiye mensuptu Filistin halkının özgürleşmesi ve kendi kimliği ile yönetmesiydi. Kudüs’ün Filistin’in başkenti olarak tanınmasıydı ama o dönemde İslamcı dediğimiz unsurların Filistin diye bir davası yoktu. O zaman da Kudüs kutsallık anlamında aynıydı, bugün de aynı derecede önemli veya önemsizdir. Peki ne oldu da bir anda Müslümanların dini imani bir meselesi haline geldi! Özellikle İran devrimi ile birlikte başlayan bir süreci dikkate çekmek istiyorum, bu süreçte Hizbullah’ın Lübnan’da güç kazanması ve Filistin’de de Hamas diye bir örgütün kurulması ile birlikte Filistin ikiye bölünmüş oldu. Bilinçli olarak Filistin özgürlük hareketi kendi içinde ayrıştırılarak dini bir birlik, dini bir amaç, dini bir misyon geliştirilerek Filistin halkının özgürleştirilmesi ve Filistin devletinin önlenmesi bence amaçlanıyordu ve başardılar bunu. Örnek olarak; Hamas neyin mücadelesini veriyor? Ben anlamakta güçlük çekiyorum. Din mücadelesi için bu tür eylemlerde bulunmanın islam ile bağdaşmadığını biliyoruz ama eğer Filistin halk özgürlüğü için bir mücadele söz konusu ile El Fetih ile birlik olmaları gerekmez miydi? Filistin için birlik sağlanması gerekmez miydi? Neden İran ve Türkiye özellikle Filistin’in bölünmesi konusunda, Filistin özgürlük ve ideolojik hareketlerinin bir araya gelmemesi ve ayrışması konusunda neden bu kadar büyük çaba gösterdiler çünkü buna buradaki İslamcı kimliği tahkim etmek istediler ve olayları din üzerinden okunmasını sağladılar ve Müslüman dünyası daha çok radikalleşmeye başladı. Din üzerinden siyasi olaylar özellikle savaş ve terör hadiseleri yorumlandığı değerlendirildiği zaman ister istemez radikalleşme söz konusu olacaktır ve bugün de Hamas’ın bir radikalleşmeye yol açtığı ortadadır. Bununla şunu demek istiyorum; öncelikle Filistin’in doğru değerlendirilmesi gerekir. Filistin hareketlerinin doğru değerlendirilmesi gerekir. Mücadelenin amacının ve hedeflerinin doğru değerlendirilmesi gerekir yoksa İsrail’in yaptığı katliamlar, İsrail’in işlediği zulüm tartışılacak bir durum değildir ve bu yeni de değildir. Katliamları hepimiz hatırlıyoruz. Sharon dönemindeki yaptığı katliamlar ve o dönemde de birçok kesim tarafından dünya uluslararası toplum nezdinde insan hakları açısından soykırım olarak değerlendirilmişti Türkiye’de de o günkü iktidar da bu anlayışa yakındı ve merhum Ecevit bu anlamda da soykırım olarak nitelendirmişti. İsrail’in katliamları yeni değil! İsrail zaten bu katliamlardan besleniyor çünkü bu katliamlar ve savaşlar İsrail’in yayılmasını sağlıyor ve topraklar üzerinde egemenliğini tahkim ettiriyor. Peki İsrail katliamlar yapıyor da bu katliamları din üzerinden Filistin’li bir örgütün yapması kabul edilebilir mi? Nasıl kabul edeceğiz? Müzik festivaline baskın yapılıyor, 260 civarında genç öldürülüyor ve biz buna terör demeyeceğiz! Niye demeyeceğiz? E İsrail katliamlar yapıyor, soykırımlar yapıyor, Filistin’liler de buna karşılık bir eylemde bulundular, bunu meşru mu göreceğiz? Bunun din ile izahı mümkün değil, bunu meşruluğu dahi ancak ırkçılık üzerinden karşıtlık üzerinden değerlendirilebilir. Biz eğer Hamas’ın festivale yönelik saldırısını sivillere yönelik saldırısını terör eylemlerini meşru sayacaksak İsrail katliamları karşısında bizim de İsrail ırkçılığı gibi bir Müslüman ırkçılığı geliştirmemiz gerekiyor ki esas itibariyle mevcut olan da budur.

Ömer Faruk Gergerlioğlu: Kimisi “Ya bu kadar İsrail zulmü karşısında meşru bir müdafaadır.” Diyor hocam. Siz ne dersiniz?

Abdulbaki Erdoğmuş: Bu ırkçılık üzerinden milliyet üzerinden milliyetçilik üzerinden değerlendirildiğinde bir meşruiyet verilebilir ama din üzerinden değerlendirildiğinde ne İsrail’in yaptığını Yahudilik ne de Hamas’ın yaptıklarına İslam cevaz vermez. Burada sadece Müslümanların dini bu işi günah saymıyor. Yahudilerin dini de günah sayıyor ve görüyoruz ki bunun bilincinde olan Yahudiler israil’in bu politikalarını eleştiriyor karşı duruyor ve Müslümanların yapmadığı yapamayacağı kadar duyarlılık gösteriyor. Dolayısıyla savaş için mazeret arandığında gerekçe arandığında veya terör için gerekçe arandığında her iki tarafta kendine meşruiyet gerekçeleri geliştirebilir. Örneğin bazıları İsrail’i devlet statüsü üzerinden yaptıklarını meşru sayıyorlar oysa terör örgütleri tarafından yapılması ile devletler arasında yapılması arasında fark yoktur. Kim insan haklarını ihlal ederse kim hak hukuk çiğnerse bunu hangi amaçla yaparsa yapsın meşruiyetini kaybeder. Bu nedenle ben özellikle bu çok zor bir şey bu dönemde bunun ileri sürülmesi daha çok zor, İsrail Filistin meselesinin özellikle din üzerinden tartışılmasının Müslümanlara ve dünyaya büyük zarar verdiğini düşünüyorum ve din üzerinden tartışılan bu tür eylemler veya savaşlar hiçbir şekilde bir topluma da mağdur ve mazlum da olsa bir topluma da asla yarar getirmeyecektir. Bu nedenle biz Filistin halkını mazlumiyetini, mağduriyetini, mahrumiyetini, yoksunluğunu, elbette kabul ediyor ve onların bu hak ihlallerine karşı İsrail politikalarına karşı durmayı da ahlaki, insani ve islami bir görev sayıyoruz ancak İsrail’in bu tutumu nedeniyle biz gayri ahlaki gayri insani ve gayri islami olan herhangi bir eylemi asla meşrulaştıramayız. Meşruiyet söz konusu olamaz. Bu nedenle bugün baktığımızda İslamcı kesimlerin nasıl beslendiğine dikkat ettiğimizde islam üzerinden yaptığımız değerlendirmenin Müslüman dünyasına öncelikle nasıl zarar verdiğini görebiliriz. Müslümanların kendi dinlerinden nasıl koptuklarını nasıl saptıklarını fark edebiliriz. Kaldı ki Kudüs niye Müslümanların olsun din üzerinden söylüyorum. Neden Müslümanların olsun? Müslümanlık yokken Yahudiler oradaydı, Hristiyanlar oradaydı. Milattan önce 1000 yılına kadar Hz. Davut’tan başlayan süreçte sonra oğlu Hz. Süleyman’ın yönetiminde Kudüs kutsal bir kent olarak kabul görüyordu ve orada Hz. Süleyman’ın mabedi var, daha sonra Hristiyanlar orada bir kutsiyet atfedildi çünkü Hz. İsa’da Kudüslüdür ve Kudüs’e gelmiştir. Bu nedenle Hristiyanlar da Hz. İsa üzerinden bir kutsiyet atfettiler. Müslümanlar da tamamen duygusal olarak ilk kıble olması hatta bundan öte bence Müslümanlar da oradaki mabet nedeniyle hürmet beslemiştir. Müslümanlar ilk kıble olmasından dolayı değil Hz. Süleyman’ın mabeti orada olduğu için bir kutsiyet atfetmişlerdir. Daha sonra Hz. Ömer döneminde fethedildikten sonra yönetim el değiştirmiştir ve bu süreçte hiçbir dönemde benim bildiğim kadarıyla Müslümanlar ile Yahudiler arasında Kudüs’te bir savaşta yaşanmamıştır ve Kudüs’ün kutsiyeti üzerinden de bir savaş yaşanmamıştır. O kutsiyet sadece savaşın motivasyonu olarak kullanılmıştır, aracı olarak kullanılmıştır. Hristiyanların elindeyken Hz. Ömer oradaki insanlara yapılan zulüm gerekçe gösterilerek haklı olarak Kudüs’e gitmiş ve orada esas olarak kurtulan ilk halkta oradaki Yahudiler olmuştur. Kim neye göre kutsiyet atfediyor? Kudüs her şeyden önce bir savaş kenti değildir. Dinler üzerinden ayrıştırılacak bir kent değildir, tam tersine dinlerin özellikle 3 semavi dinin birleştiği ve barışı temsil ettiği bir kenttir. Eğer biz oraya bir kutsiyet atfedeceksek oradaki atfedeceğimiz kutsiyet barıştır sulhtur, adil bir yönetimdir, yoksa orası bizimdir Müslümanlara aittir gibi gerekçeleri üzerinden gidildiği zaman oradaki dinlerin ortak amacı olan barışı da biz kendimiz ihlal etmiş oluruz. Bu bakımdan özellikle hepimizin yüreğinin acıdığı vicdanlarımızın kanadığı İsrail katliamları karşısında bizim her şeyden önce ahlaki tutumumuzu değiştirmememiz gerekir. Hak noktasında asla hak ihlallerinden yana tavır koymamamız gerekir. Bugün ben kişisel olarak da Filistin halkının özgürlüğünü savunuyorum, İsrail’in yayılmacı politikalarını katliamlarını şiddetle kınıyorum ve lanetliyorum ama hiçbir şekilde oradaki savaşın dinler savaşı olduğunu, Müslümanlar ile Yahudiler arasındaki bir savaş olduğunu da düşünmüyorum ve kabul de etmiyorum. İsrail yönetimi Siyonist bir yönetimdir, yahudi bir yönetim değildir tıpkı zulmeden başka Müslüman ülkelerde olduğu gibi. Diğer islam ülkelerindeki düzenleri zulmetmiyor mu? İşgal ve yayılma girişimlerinde bulunmuyorlar mı? Bundan dolayı islamı mı suçlamamız gerekir? Yeryüzündeki tüm Müslümanlarını mı suçlamak gerekiyor? Hepsini terörize etmek mi gerekiyor? Dolayısıyla Yahudilerin tamamını düşman saymak terörize etmek siyonizmin destekçisi olarak görmek yanlıştır. Bu coğrafyada herkes yahudisi hristiyanı ateisti Müslümanı başkası da araya din farkı sokmadan barış içinde yaşayabilirler bunu engelleyen dinler değil siyasi egemenlik arzusu hırsı ve mücadelesidir.

Ömer Faruk Gergerlioğlu: Abdulbaki Hocam 3 ayrı semavi dinin ortak hatıralar ile bezendiği bir mekandır diyorsunuz ve bir ortak zemin bulunabilir, bunu biz de düşünüyoruz, olması gerekir ancak bir de işgalci bir güç var ve 1948-1967 sınırları var. Bütün bunlar da bir krize neden oluyor. Filistin’de sanırım farklı görüşler var. Kimisi tamamen bu işgalci gücün Filistin topraklarından kovulması gerektiğini düşünüyor kimisi iki devletli bir çözüm ile farklılıkların bir arada yaşayabileceği yönünde bir yaklaşım içinde bulunuyor. Siz nasıl yaklaşıyorsunuz?

Abdulbaki Erdoğmuş: Tarihi bilmek geçmişi bilmek tahlil etmek önemlidir. Ben de İsrail’in haksız olarak orada Siyonist bir hedef ile kurulmasını sadece Müslümanlar açısından değil Yahudiler açısından da doğru bulmadığımı ifade etmeliyim. Kaldı ki makul Yahudi kesimleri de bu tür bir devlet yönetiminin kendi dinleri ile de uyuşmadığını açıkça söylemektedirler. Dolayısıyla geçmişi bilmek ayrıdır ama bugünkü realite üzerinden konuşmak ayrı şeydir. Bugün İsrail devleti var ve bu İsrail Devleti bazı Müslüman ülkelerin doğrudan bazılarının da dolaylı desteği ile hep orada var olmuştur. Birkaç arap ülkesi dışında bütün ülkelerin İsrail ile ilişkileri en üst düzeyde olmuştur. İsrail’i ilk tanıyan ülkelerin başında Müslüman ülkelerin başında Türkiye gelmektedir ama Türkiye’de yönetimler bazen hamaset yaparak Filistin Davası’nı kendi siyasal hedeflerine alet etmek için kullanırlar oysa Türkiye’nin politikaları bellidir. Türkiye Cumhuriyeti devleti İsrail’i tanıyan bir devlet ve İsrail devletini meşru kabul eden bir devlet, dolayısıyla devlet olarak türkiye İsrail ilişkilerinin yürümesi doğrudur.

Ömer Faruk Gergerlioğlu:Erdoğan’ın sahne önündeki sözleri ile sahne arkasındaki fiillerine ne dersiniz?

Abdulbaki Erdoğmuş:Ben bu zıtlıktan da bahsediyorum, onun yaptığını diğer Müslüman ülkelerdeki yöneticiler de yapıyor. Dolayısıyla Erdoğan’ın Hamas ve Gazze üzerinden Filistin yarasını nasıl kanattığını biliyoruz. Erdoğan ilk dönemlerinde bu kadar taraftar bulduğu bu kadar sempati gördüğü Ortadoğu da Filistin meselesinde El Fetih ile Hamas arasındaki bir arabuluculuk görevi yapsaydı ve bu iki örgütün birliğinden sonra İsrail ve Filistin yönetimi arasında bir barış arabuculuğu yapsaydı bugün ben Filistin’in bu noktada olmayacağına inanıyorum ve bunu en fazla kaşıyanlardan biridir Erdoğan. Aynı şeyi İran için de söylemek mümkündür. İran’ın Hamas ile içli dışlı olmasının nedeni coğrafyada bağımsız bir Filistin devletini istediğinden değil orada sürekli bir kaos ve gerilimin çatışmanın canlı olarak durmasından dolayıdır ve buna ihtiyaçları var. Tüm bölge ülkelerinin Filistin ve İsrail’in siyasi rant elde ettiklerine bakalım hepsi farklı biçimde. Körfez ülkeleri Irak Suriye Türkiye İran diğerleri, Filistin davası dedikleri şey; gerçekten kimin ne davasıdır! Sormak lazım bugün görüyoruz Mısır’ın açıklaması var. Mültecilerin Mısır’a gelmelerini engelleme konusunda İsrail yönetimini uyarıyor çünkü tehlikeyi görüyor ama İsrail hiç aldırış etmeden Gazze’yi bombalamaya devam ediyor. Gazze yaklaşık 2 milyon nüfuslu bir kent. İsrail yöneticileri Gazze’yi kuşatma altına alırken hedeflerinin büsbütün yok etmek üzerine belirlediler. 2 milyon insan dünyanın gözü önünde yok olmak ile karşı karşıya. Üzerlerine bombalar yağıyor. Aç, susuz, ilaçsız, gıdasız duruyor. Elektrikleri kesik. Haberleşme imkanları yok ve tüm bunlar dünyanın gözü önünde oluyor. ABD nezdinde girişim yapan kaç ülke var. ABD’de tam tersine olayların daha yayılması için İsrail’e destek olması bakımından savaş gemisini yola çıkarmış durumda. Dünyada İsrail’e destekler yağıyor neden peki? Hamas’ın bir terör eylemi İsrail’in bu kadar katliam yapmasına gerekçe olabilir mi? Dünyanın her yerinde terör olayları oluyor ama görüyoruz ki 11 Eylül gibi ABD’nin gerekçe yaptığı ikiz kulelere yönelik saldırı bugün de aynı şekilde belki de aynı veya benzer şekilde Hamas’ın İsrail’e yönelik saldırıları gerekçe yapılıyor İsrail’in yayılması için.

Ömer Faruk Gergerlioğlu: Olması gerekeni izleyenlerimize özetleyebilir misiniz? Ne olması lazım? Son derece zor bir konu, kanlar akıyor ve belki daha binlerce kişi ölecek, çok vahim bir durumdayız. İslam dünyasında da bir akıl tutulması var, insan haklarını çiğneyen eylemlere sesini çıkartmayıp bir taraftarlık güdüsü ile hareket ediliyor, İslam dünyası Müslümanlar insanlar ne yapmalı?

Abdulbaki Erdoğmuş: Filistin halkının tarafı dahi olsak ki ben tarafım Filistin halkının ama bugün istediğim şey; barıştır. Bu katliamların bu saldırıların durdurulmasıdır ve bir an önce iki kesim arasında görüşmelerin sağlanmasıdır, sulhta hayır vardır. Hiçbir savaş, hiçbir saldırganlıkta hayır yoktur ve bizler de aklı selim ile ahlak ve vicdani yaklaşımımızı koruyarak, Filistin halkının yararına olanı tercih etmek durumundayız. Barış Filistin halkının yararınadır. Biz sulhu ve barışı seslendirmek zorundayız. Düşman kim olursa olsun biz sulhu savunmalıyız ve İsrail ile Filistin yönetimi arasında bir ateşkesin sağlanması, savaşın durdurulması ve müzakerelerin başlaması yönünde duyarlılık göstermeliyiz. Yürüyüşte yapacaksak bunu istemeliyiz.

Ömer Faruk Gergerlioğlu: Gündemi böyle oluşturmalıyız diyorsunuz.

Abdulbaki Erdoğmuş: Kesinlikle sulh ve barış üzerinden gündemi geliştirmek lazım ve Filistin halkının da yararı burada, bölgenin de yararı burada. Hepimize düşen de ahlaki ve insani sorumluluğun bu olduğunu düşünüyorum. İnsan haklarının ihlal edildiği hiçbir eylemde kesinlikle taraf olmamak gerekir. İnsan haklarını ihlaline karşı duyarlılık ve bir tepki geliştirmek gerekir. Burada hak ihlalleri var, biz bu hak ihlallerinin durmasını ve bir barışın temin edilmesini savunmalıyız diye düşünüyorum.

Ömer Faruk Gergerlioğlu: Umarım insanlar, Müslümanlar, devletler bu çağrınızı nazar- itibare alır, bu çağrı hepimizin çağrısı çünkü savaşın, çatışmanın, kaosun, öldürmenin, yaralamanın, anarşi çıkartmanın, katletmenin hiçbir karşılığı yok, korkunç sonuçlara yol açıyor. Şehirler yerle bir oluyor, hiç kimsenin eli armut toplamıyor işin doğrusu kimse kimseyi yok edemiyor. Bir taraf intihar saldırıları yapıyor bir taraf gücünü gösteriyor fakat bunların hiçbiri de çözüm değil, her iki tarafta susmuyor, makul bir çözüm, insani bir çözüm bulunması gerekir diyorsunuz Sn. Abdulbaki Erdoğmuş çok teşekkür ediyoruz. Umarım bu çağrınız karşılık bulur, bizim çabamız insani, vicdani bir çözümün gündem olabilmesidir ve programımızı da bu niyetle yapıyoruz. Hiçbir etnisiteye, dine, mezhebe, siyasi görüşe düşmanlığımız olmadan arada sorunlar varsa çözüm nasıl bulunur en hakkaniyetli çözüm nasıl bulunur diye düşünüyoruz. Siz de bu yönde çok önemli görüşler sarf ettiniz ve çözüm önerileri sundunuz çok teşekkür ederiz.

Abdulbaki Erdoğmuş: Duyarlılığınız için tebrik ediyorum, İsrail’in saldırılarının durması gerekiyor.

Ömer Faruk Gergerlioğlu: İsrail’e bir an evvel saldırıları durdur çağrısını yapıyorsunuz ve direniş örgütlerine de bu tür yöntemlerden uzak durmaları gerektiğini ve haklılıklarını çok önemli oranda baltaladığını söylüyorsunuz, teşekkür ediyoruz. Değerli izleyenler programımızın ikinci bölümüne geçiyoruz. Değerli Abdulbaki Erdoğmuş, kendisi tecrübeli, nitelikli bir siyasetçidir, insan hakları savunucusudur, çok kıymetli görüşleri ile belki şu anda kızgınlaşmış, öfkelenmiş toplulukların ilk başta reaksiyon gösterebileceği fakat çok doğru görüşleri ile itidale barışa, çözüme çağırıyor tarafları olması gereken bu ve biz de bu konuyu gündem ediyoruz.

Bugün ikinci konumuza geçiyoruz, bundan 8 yıl önce bugündü. Ankara’da bir yürüyüş vardı, 10 Ekim gününde barış istekli bir yürüyüş vardı ve Türkiye’nin dört bir tarafından insanlar bu yürüyüşe katılmıştı fakat yürüyüş sırasında korkunç bir olay oldu. İki intihar bombacısı üst üste kendisini patlattı ve Türkiye tarihinin en büyük katliamı gerçekleşti gerçekten böyleydi, insanlar korkunç bir şekilde öldürüldü, paramparça edildi ve bugün yine 10 Ekim. Aradan 8 yıl geçti biz katliamın son hukuki durumu hakkında Sn. Av. İlke Hanım ile konuşacağız çünkü bu katliam ile ilgili son derece önemli şaibeler var. Türkiye’nin başkentinde Ankara’da bombalarla salınmış 2 insan nasıl geliyor? Bu alana nasıl giriyor? Bu kadar rahat bu eylemi nasıl yapıyor? Bu insanların takip edildiğini ve adeta önceden bilindiğini tahmin ediyoruz bu eğilimin fakat işin doğrusu bir ön açma olayı var ve çok büyük tepkiler oldu ve sonunda da halen hukuki açıdan oldukça sorunlu bir durumdayız. İşte biz bu katliamdaki mağdurların avukatı Sn. Av. İlke Işık ile bugün 10 Ekim katliamının 8. Yıldönümünde bu acı günde bu mağdurların mazlumların acılarını hatırladığı ve unutamadığı bugünde bu konuyu konuşacağız çünkü çok büyük bir katliam, inanılmaz insana yönelik, insanı parçalamaya, yok etmeye yönelik nefret saldırısı. Sn. avukatımız İlke Işık hoş geldiniz. Tekrar başımızı sağ olsun, Allah rahmet eylesin ölenlere ve tüm yakınlarına tekrar sabırlar diliyoruz. Nedir son durum?

İlke Işık : Öncelikli olarak teşekkür ediyoruz, 8. Yılda bu katliamın, katliam yargılamasının, 10 Ekim 2015 günü Ankara’da ne oldu? Türkiye’de ne oldu? Türkiye’ye ne yapılmak istendiği tartışmasının konuşulması çok önemli. Bu açıdan her program, etkinlik, anma çok önemli çünkü bir şeyi diri tutuyoruz. 10 Ekim 2015 günü aradan 8 yıl geçmesine rağmen ki bu 8 yıl içinde ülke aklımıza gelebilecek her şeyi yaşadı belki de. İsrail Filistin savaşını konuştunuz, dünya düzeyinde de oldukça sıkıntılı günlerden geçiyoruz. 8 yılı ülke içinde de böyle geçirdik ve tüm bunlara karşı hala gündemde olan, tartışılan ve halen hem bizim hem ailelerin hem müvekkillerimizin tüm kamuoyunun gerçekleri bilmek istediği bir günden bahsediyoruz çünkü 8. Yıl içindeyiz ve herkesin hemfikir olduğu durum var. o güne dair bir fikri olan sonrası ve yargılamaya dair bir şeyler aklından şöyle bir şey geçiyordur; tamamlanmadı bu süreç! Tüm sorumlular yargılandı mı? Tüm sorumlular adalet karşısına çıkartıldı mı? O gün gerçekten ne oldu? Bu kadar kolaylıkla 2 İŞİD’li Ankara’nın orta yerine gelip binlerce insanın bulunduğu bir mitingdeki bu katliamı nasıl gerçekleştirebildiler? Tek sorumlu onlar mıydı? Başka hiçbir kamu görevlisinin hiçbir sorumluluğu yok muydu? Gibi sorabileceğimiz çok fazla soru var! Şu an itibari ile tek bir kamu görevlisine bile bir soruşturma açılmamış durumda. Buna alanda gaz kullanan çevik kuvvet polisleri dahil. 10 Ekim mitingine ilişkin gereken önlemleri almadığı İçişleri Bakanlığı’nın kendi müfettişlerinin hazırladığı rapor ile 2016 yılında katliamın arkasından düzenlenmiş rapor ile sabit olan önlemleri almadıklarına ilişkin madde madde sayfa sayfa liste tutabileceğimiz Ankara Emniyet Müdürlüğü yetkilileri dahil hiçbir soruşturma açılmamış ve taleplerimizin reddedildiği görmezden gelindiği ve katliama sadece bir İŞİD katliamı olarak bakmakla inat eden bir yargı mekanizması var karşımızda. Katliamın hemen arkasında süren soruşturma süreci onunla birlikte hazırlanan iddianame ve bu iddianameye bağlı olarak Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 3 heyet değişti 3. Heyette benzer bir eylemi görecek gösterecek göreceğiz onunla 1 duruşma yapabildik. Hepsinin temel motivasyonu ve temel bakış açısı buydu. Bir kısım İŞİD’li bulduk bunlar katliam gerçekleştirmiş hepsinin bir sorumluluğu var, kanıtlıyoruz ama daha fazla araştırma yapmıyoruz. İŞİD’liler ile ilgili 36 sanık getirdiler önümüze ve tamamen kısıtlılık kararı altında yürütülmüş bir soruşturma ile. Bu gelenek haline geldi savcılıkların kısıtlılık kararı altında soruşturma yürütmesi bunun ne anlama geldiğini biz yıllar sonra saklanan dosyalar ile adliyenin ortasına atılan klasörler ile bu klasörlerin aslında katliamın 10 gün önce katliam planlayıcısının Nizip’te gübre alırken tespit edildiğini Nizip Emniyeti’nin savcılığının yaptığı soruşturma bu kişiyi tespit ettiğini Gaziantep Emniyeti’ne bildirdiğini ama Gaziantep Emniyeti’nin bu kişinin adresi bilinmesine rağmen ki şu an katliam planlayıcılığından Yakup Şahin müebbet cezalar almıştır halen tutukludur. Bu kişiyi Gaziantep Emniyeti’nin yakalamadığını biz katliamdan 4 yıl sonra adliyenin ortasına atılmış klasörler ile bu klasörlerin Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gelmesi ile öğrendik. Bunlar iddianameye asla dahil edilmedi, bilindiği halde dahil edilmedi.  Savcıların kötü soruşturma yürütmekten ziyade daha ağır suçlar içinde olduğunu iddia ediyoruz bu iddialarımızın somut temelleri de var. kaybedilen dosyalar, saklanan deliller, savcılık makamlarının dahil delil sakladığını delil kararttığını bu katliamda gerçeklere gitmek konusundaki duvarın ta en başta iddianame hazırlanırken savcılık ve diğer makamlar ile birlikte örüldüğüne ilişkin çok somut delillerimiz ve çok somut belgelerimiz olduğu için böyle konuşuyoruz. Nitekim savcılar hakkında emniyet müdürlüğü yetkilileri hakkında çok sayıda suç duyurusunda bulunduk biz mahkemeden talep ettik, Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi ısrarla reddetti ve şu an hala devam eden ama sonuçlanmayan ama olumlu sonuçlanmayan ve hala 2016’dan beri Anayasa Mahkemesi’nde bekleyen başvurumuz var bizim. Ankara Emniyet Müdürlüğü yetkilileri hakkında yaptığımız suç duyurusu ve müfettiş raporu kapsamında yaptık. 2016 yılından beri Anayasa Mahkemesi bir cevap vermiyor! Bu başvurumuza ilişkin bir karar vermiyor. Aslında böyle kapsamlı bir yok sayma, görmezden gelme İŞİD’lileri Ağustos ayında ceza verdiler, 2018 yılının Ağustos ayında tutuklu sanıklar ile ilgili yargılama tamamlandı. İŞİD’lileri alt alta sayarsak yüzlerce, binlerce yıl tutacak oranda ceza verdiler ve aslında “Yüksek ceza verdik tahliye de etmiyoruz çünkü o ana kadar biliyoruz ki tüm İŞİD’lileri tahliye etmişler, tüm İŞİD’liler gezmiş yakalanmamışlar ki bizim dosyanın firari sanıkları da şu an firariler için dosya ayrıldı devam ediyor 2018 Ağustos’tan beri, sanıkların büyük bir çoğunluğu daha önce Türkiye’de faaliyet yürüten İŞİD’liler. Antep’te, Adıyaman’da, Kilis’te, sınırlarda bunlar çok açık faaliyet yürütmüşler, savcılıklar izlemiş, takip etmiş, tapeler var, fiziki takipler var, işler biliniyor ama yakalanmamışlar ama gözaltına bile alınmamışlar ya da geçen duruşmada kamuoyu ile paylaşılmıştı Ahmet Güneş infaz görüntüleri olan bir İŞİD’li. Bir insanın öldürülmesi talimatını veriyor ve o insanı öldürüyor İŞİD’liler bu video ile yakalanmış Ahmet Güneş’in 2014 yılında sadece 6 ay tutuklu kaldığı, tahliye edildiği arkasında Suriye’ye geçerek bu ve buna benzer pek çok katliamın planlayıcısı bir İŞİD yöneticisi olduğunu dosya kapsamından biliyoruz, her bir satırından biliyoruz. Tüm bunun toplamı yargı mekanizması. Bize; “Bakın tahliye de etmiyoruz.” önceki dosyalarda edildi gayet güzel bir adalet bu yeterli. Bu kapsamda bir adalet yeterli olmalıyı anlatmaya çalıştılar uygulama ve pratikle ama gerçek bu değil, gerçeğin böyle olmadığı çok açık. 200’den fazla klasör ve dosya kapsamına giren ama kendilerinden girmeyen, talep ettiğimiz, “Şunu da isteyelim, şunu da araştıralım.” Diye adeta tırnaklarımız ile çabalayarak adım adım ulaşarak istediğimiz ve bunun kapsamında edindiğimiz dosyalar. 2015 Türkiye’si bu katliamın yargılamanın ve hala o günün unutulmamasının en önemli noktalarından birinin de bu olması gerektiğini düşünüyoruz. 2015 Türkiye’sini, 2014’leri İŞİD’i, İŞİD’in Türkiye’de orta doğuda sergilediği gerçekleştirdiği insanlığa karşı tüm suçları, bu suçlar kapsamında Türkiye’de örgütlediği 2015’de HDP Mersin, Adana, Diyarbakır binalarının bombalanması, HDP Diyarbakır mitingi, silsile ve süreçten bahsediyoruz, arkasından Suruç Katliamı, 10 Ekim Katliamı, bu arada İstanbul’da Beyoğlu’nda, İstiklal’de devam eden katliamlar ve Antep Kına Gecesi katliamı gibi devam eden bir silsileden bahsediyoruz. Bu katliamları gerçekleştiren hücre aynı hücre, İŞİD’in Gaziantep hücresi! “O kadar başarılılar ki” kısa bir zaman içinde tüm bu katliamları gerçekleştirebiliyorlar. Çok örgütlüler çünkü bu katliamları gerçekleştirebilecek her şeye sahipler. Paravan şirketleri var, paraları var, dernekleri var, çok açıklar, çok aleniler, depoları var, sınırlara gidip geliyorlar çünkü sınır da onların adamları tarafından İlhami Bal’ı çok konuşuyoruz bu ismi, sınırları kontrol ediyor İŞİD adına kontrol ediyor. Çok açıklar, çok rahatlar ve ne yazık ki kimse bunlara dokunmuyor, hiç abartmıyoruz, yoruma dayalı bir şey söylemiyoruz. Dokunulmuyorlar! Takip ediliyorlar ama hiçbir işlem yapılmıyor. Aynı şey Adıyaman! Canlı bombacıların hepsi Adıyaman’dan örgütlendi. İslam Çay Ocağı, adını bile hala herkes belki hatırlıyordur. Çok açık bir yer bir çay ocağı burada canlı bombacıları örgütlüyorlar, aileler hatırlatalım, tekrar Davutoğlu’nu şikayete gidiyorlar 2014 sonu olması lazım “Çocuklarımızı canlı bombacı yapmaya çalışanlar var bir şey yapın.” Diyorlar Davutoğlu şunlar söylüyor: “Öfkeli çocuklar abartmayalım.” Diyor! İŞİD ile olan ilişki böyle bir ilişki ve sürekli bir müsamaha, sürekli bir anlayış sürekli bir faaliyetlerine aslında göz yumma, engel olmama, bakma ama “Buyyrun devam edebilirsiniz” anlamına gelecek her türlü faaliyet. Aynı dönem 2015 Türkiye’si ve bir seçim dönemi Haziran seçimi, bunu mutlaka hatırlamalıyız, unutmamalıyız 2015 Haziran’da AKP iktidarı kaybetti, tek başına iktidar olma çoğunluğuna sahip olamadı ve o süreçten sonra da hükümet kurma, tartışmalar ve sonra iş seçimi tanımamaya ve seçim yenilemeye kadar gitti. İşte 2015 Haziran’ı ile Kasım’ı arasındaki o 5 aylık dönem ülkede iki tane katliamın Ceylanpınar’da çözüm süreci denilen sürecin de sonlandırıldığı ve arkasından bölgede korkunç bir yıkımın kıyımın zulmün başladığı ve hala devam ettiği dönem oldu. “400 vekil verin bu iş kolay bitsin.” Demişlerdi, Burhan Kuzu Haziran’dan sonra “Kaos mu istedi halkımız buyurun size kaosu göstereceğiz.” Demişti ve Davutoğlu 10 Ekim katliamından sonra da anket yaparak oylarını kontrol ettiklerini ve aslında o günün oylarının artmasına neden olduğunu bir canlı yayında söylemekte ve hiçbir imtinada bulunmamıştı. 10 Ekim günü o günün adı. Sedat Peker’in korku iklimi diye tarif ettiği, korku iklimine çünkü o da 9 Ekim günüydü yanlış ifade etmeyim günü “Oluk oluk kan akacak AKP iktidara gelmezse.” Demişti daha sonra iktidar ile ilişkileri değiştiğinde şu açıklamaları yaptı; “Evet o gün bir korku iklimi yaratmaya ihtiyacımız vardı ben de o sözleri bu yüzden söyledim 10 Ekim ve diğer katliamlar da bu anlama gelir.” Dedi. Davutoğlu çok konuştu ondan sonra, “Konuşursam yer yerinden oynar. Çok bildiğim şey var ama anlatmayacağım.” Dedi. Kılıçdaroğlu’nun katliamdan sonra “Konuşursam devlet adabına uygun olmaz, Davutoğlu bir şeyler anlattı ama anlatamam.” Dedi hala anlatmadı Kılıçdaroğlu Davutoğlu’nun ne anlattığı. Davutoğlu hiçbir zaman yargılama ve katliamlara ilişkin kendi siyasal ikbali dışında yapmadı. Yargılama süreçlerine yardımcı olmaya çalışmadı, bildiklerini anlatmak ve o günün Başbakanı olarak ne nasıl yaşandıysa bunu anlatmak konusunda hiçbir çaba içinde olmadı. 2015 Türkiye’si 10 Ekim böylesi bir gün, bugün hala devam eden AKP iktidarı için o günün çok kritik olduğunu düşünüyoruz biz hala sürüyor iktidar ve iktidarın devam edebilmesinin köşe taşlarını 10 Ekim günü çok kritik bir virajda aldılar aslında. Korku ile kaos ile tehdit ile bir ülkeyi teslim almaya çalıştılar. Arkasından bildiğimiz şu an içinde yaşadığımız dönem geldi. O yüzden çok politik bir katliam, doğal olarak çok politik bir yargılamanın içindeyiz biz. Katliam olduğu anda bunun hiç kolay olacağını düşünmedik bu ülkede yaşıyoruz bu ülkede pratik içindeyiz, bu ülkede avukatlık yapıyoruz ve o gün olay yeri inceleme savcılık ile olan iletişimimizin başladığı andan itibaren bunun çok onurlu bir hukuk mücadelesi olacağını biliyorduk nitekim hiç şaşırtmadı süreç bizi çünkü yargı süreçleri ile adalet şöyle bir şey değil bu ülkede; adalet mekanizmasına güvenirsiniz adil olabilecek bir şey vardır karşınızda bir karar verirler. Türkiye’de öyle değil. Mücadele etmeniz gerekir ses çıkartmanız gerekir, kamuoyunun gündeminde tutmanız gerekir ki adalet, adalet anlamına gelebilsin çünkü tek başına bıraktığınızda avukatlar duruşma salonu ve hakimler, heyetlerden oluşan bir kurgu asla adalet anlamına hele ki artık bağımsızlıktan talimat ile çalışan aşamaya geçmiş bir yargı sisteminde mümkün olmadığını çok iyi biliyoruz. O yüzden biz bunu bir hukuk mücadelesi diye tarif ediyoruz, aileler ile müvekkillerimiz ile hayatlarında en sevdiklerini kaybetmiş insanların yürüttüğü inanılmaz bir mücadeleden bahsediyoruz. Her duruşmaya gelen, her duruşmayı dolduran her duruşma için çağrı yapan dernek kurup örgütlenen diğer katliam mağdurlarına ulaşmaya çalışan, o dayanışma ile ayakta duran ama sadece ayakta durmayıp bir yandan da yargılamayı sürekli gündemde tutan bir şey içinde olduğumuz ve aslında bu şunu gösteriyor; çokça konuşabiliriz, saatlerce bu dosyadaki yapılmayanları konuşabiliriz neyin içindeyiz ama nereye gitmediklerini çok iyi çok uzun konuşabiliriz ama şöyle bir şeye neden oluyor bu mücadele; bize şöyle şeyler diyenler var: “Nereye gitti? Elinizde bir şey yok. Ne yapıyorsunuz 8 yıldır? Bu da olmadı. Hiçbir kamu görevlisine mesela bir soruşturma açılmadı.” ama bu şuna neden olan mücadelenin parçasıyız ya ülkede herkesin kafasında bu sorunun olduğunu düşünüyoruz biz. 10 Ekim günü ne oldu? Herhangi bir gün değildi, alelade bir katliam İŞİD saldırısı değildi, gerçek sorumluları yargılamıyorlar. O gün alanlarda anmalarda yapılan konuşmalarda konuşma yapan kitle örgütü yöneticileri dosya kapsamını anlatıyorlar, tüm ülkenin bildiği bir yargılamadan bahsediyorlar. Yargılamanın kamusallaşmasından hukuk ile mücadelenin iç içe girmesi gibi çok kıymetli bir şeyin içinde olduğumuzu düşünüyoruz biz hala tespit edilemeyen x y isimli şahıslardan anmalarda bahsetti insanlar, hala bu katliamın esas faili yakalanmadı, biz onunla ilgili suç duyurusunda bulunduk savcılık raflarında bekliyor. İstihbarat teşkilatının sorumluluğuna asla gitmedi yargı çünkü istihbarat örgütleri bilmeden bunun yapılmasının olanak yoktu kaldı ki istihbaratlar vardı gizlenmişti, bunun sorumlularının yargılanmadığını, 62 tane istihbaratı bugün alanlarda, anma alanlarında 10 Ekim gününü ananlar hayatını yitirdiklerimizi anarken söylüyorlar ifade ediyorlar. Sınırlarındaki sorumluluğu sınırların İŞİD’in kontrolüne bu kadar bırakılabiliyor olmasının ve o dönemde İŞİD’lilerin aslında insanlığa karşı suç diyoruz ya sınırdan İŞİD’e uluslararası onların savaşçı diye tarif ettiği kişiler oradan geçti. Hilafet ilan etmişlerdi, islam devrimi, devleti kurduklarını söylemişlerdi ve herkese çağrı yapıyorlardı; “Buyurun gelin islam devleti çatısı altında yaşayın. Avrupa’dan her yerden gidenler o sınırlardan geçtiler ve sınırlar kontrol altında değildi.

Ömer Faruk Gergerlioğlu: İki hususu özellikle sormak isterim, kamuoyu da bilsin. Dava baştan sona fiyasko ama bu kadar takip edilen telefonları dinlenen nerede oldukları devlet tarafından takip edilen kişilerin bu kadar rahat Ankara’ya gelmesini nasıl izah ediyorlar? Taksiye binip gelmesi! Miting alanına kontrol ile alınır benim bildiğim, bu kişiler o miting alanına nasıl girebildi? Bunu çok merak ediyorum, bunun cevabını nasıl veriyorlar?

İlke Işık : Hiç cevabını vermiyorlar, bunlar tartışma konusu değil. Kamera görüntüleri dahi var, sizin bahsettiğiniz alana girişlerin. Ankara’ya iki araç ile geliyorlar, önlerinde eskort araç var, yol boyunca karayolu ile çıkıyorlar 9 Ekim gecesi 23.00 gibi rezidans olarak tarif edeceğimiz hücre evinden yol boyunca aramaya takılmıyorlar, Ceyhan’da durduruluyorlar ama üzerlerinde uyuşturucu olmasına rağmen geçebiliyorlar. Bunu sanıklardan birisi çok güzel ifade etti. Gölbaşı tarafından Ankara’ya giriyorlar ve hiçbir arama yok çünkü Ankara Emniyet Müdürlüğü o saat itibariyle Ankara’ya girişlerdeki aramayı kaldırmış olduğu için bu da müfettiş raporu ile çok açık ve nettir arama noktasını o saat itibariyle nedense kaldırıyorlar ve Ankara’ya hiçbir kontrole takılmadan büyük rahatlıkla geliyorlar, Balgat civarında bir yerde iniyorlar araçlardan taksiye binerek taksi ile Ankara’nın göbeğinden bütün merkezin yollarını kullanarak ve üzerlerinde canlı bomba yelekleri halihazırda yolculuk ediyor bu 2 canlı bomba. Gar’a geliyorlar, çok yakınında iniyorlar taksiden ve yürüyerek o iki patlama alanındaki noktaya yerleşip kendilerini patlatıyorlar.

Ömer Faruk Gergerlioğlu: O sırada bir polis kontrolünden geçtikleri görünmüyor mu?

İlke Işık :Zaten Gar noktasında arama noktası yok. Arama noktası koymuyorlar, arama noktası o dönem mitinglerde Sıhhıye’ye miting alanına girişte yapılırdı Gar’da ekstra bir arama yok ama Ankara Emniyet’i bunu şöyle açıklıyor; “Rutin biz böyle yapardık mitinglerde.” Ama şu açıdan rutin değil! Suruç Katliamı olmuş İŞİD saldırıları var ve istihbaratlar var, İŞİD Türkiye’de çok canlı eylem yapması muhtemel hatta miting gibi kalabalık yerlerde eylem yapmasını bekliyoruz istihbaratı var 14 Eylül tarihli. Bu istihbarat kapsamında Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün o mitingin yapılmasını güvende buluyorsa eğer oraya sizin dediğiniz gibi bir arama noktası koyması gerekirdi. O arama noktasının kontrolünü sağlaması gerekirdi. Bu istihbaratlara rağmen kontrol noktası kurmayan bir Ankara Emniyet’i var ve bu sorularımızın hiçbirine yanıt almadık sanki bunlar yargılamanın konusu değilmiş gibi davranan yargı mekanizması var o yüzden tüm bu sorumlular ve her biri alt alta koyduğumuz sormaya devam ettiğimiz ve tüm sorumluluklar silsilesinde aydınlatılmayı bekleyen noktalar olarak durmaya devam ediyor.

Ömer Faruk Gergerlioğlu: Av. İlke Işık çok teşekkür ederiz umarım adalet tecelli eder bir gün. Haftaya Salı günü 21.00’da tekrar sizlerle birlikte olacağız, bugün programımızı burada bitiriyoruz hepinize hayırlı akşamlar hoşça kalın.

Yorumlar