18 Ocak 2022

ÖFG TV’den herkese merhaba, her hafta Salı günü saat 21.00’de haftanın önemli konuları ve konukları ile sizlere sunduğumuz ÖFG TV yine başlıyor. Bu hafta boyunca Türkiye çok önemli bir konuyu tartıştı. Gençlerin intiharlarını tartıştı, genç insanlar intihar etti ve Türkiye sarsıldı! İlk önce cemaat yurdunda kalan Enes Kara’nın intiharını duyduk, bir intihar notu mektubu bırakarak hayatını kaybetti ve bu çeşitli siyasi tartışmalara neden oldu. Ardından da cezaevinde olan KHK’lı bir babanın oğlu Bahadır Odabaşı 16 yaşında intihar etti, hayatını kaybetti. Bu da önemli tartışmalara neden oldu! Çok konuşuldu, çok yankı buldu. Bu ne demek? Gençler önemli streslerden etkileniyor. Kadınlar, erkekler etkileniyor ama belli ki gençlerdeki sıkıntı çok belirgin, daha da artabilir, bir tehlike arz ediyor canları için, aileleri için bu tür sıkıntılar mutlaka bilimsel olarak masaya yatırılmalı ve konuşulmalı. Gençler neler yaşıyor? Neden sıkıntılara streslere karşı dayanıksızlar? Yaşadıkları sıkıntılar sonrası neden depresyonlara giriyorlar ve neden intihar ediyorlar? Mutlaka bir hekim olarak iyi biliyoruz ki bir insan durup dururken intihar etmez onu umutsuzluğa hayatın anlamsızlığına götüren bir depresyon vardır ve o yüzden ani veya gecikmiş bir şekilde gelişen bu depresyondan dolayı hayatına son verme kararı alabiliyor insanlar. Bunların arasında gençler dikkat çekiyor. Streslere dayanıksızlık dikkat çekiyor. İşte tüm bu önemli konuları KHK’lı Prof. Hasan Herken hocamız ile konuşacağız. Kendisi değerli bir akademisyen, psikiyatrist hocamız. Kendi bireysel dünyasında da KHK’lılığın getirdiği tüm sıkıntıları yaşadı, cezaevine girdi çıktı, yakınları bundan etkilendi, kendisi etkilendi, çocukları etkilendi. Hem bilimsel olarak konuyu biliyor hem de yaşamı ile biliyor. Gençlerin yaşadığı sıkıntıları psikiyatrik yönünü, biyolojik yönünü konuşacağız. Bunun siyasi yönleri var, farklı sivil toplum ile ilgili, aile ile ilgili, toplum ile ilgili yönleri de var ama biz ağırlıklı olarak psikiyatrik açıdan, biyolojik açıdan gençlerin bu durumunu hocamızla konuşacağız.

Ömer Faruk Gergerlioğlu:Prof. Dr. Hasan Herken hocam hoşgeldiniz.

Hasan Herken:Hoşbulduk.

Ömer Faruk Gergerlioğlu:Değerli hocam ben özeti sunmaya çalıştım. İlk önce Enes Kara’nın vefatı daha sonra Bahadır Odabaşı’nın vefatları, intiharları çok önemli tartışmalara neden oldu. Bunları doğru anlamak için ilk önce bir psikiyatrist olarak konuyu değerlendiriniz lütfen çünkü olayın psikolojik, psikiyatrik yönleri değerlendirilmeden olayı siyasi açıdan tartışmakta doğru değil sanırım. Ne dersiniz? İlk olarak bu konudan başlayarak tahlillerinizi alalım.

Hasan Herken:Benim anlayabildiğim, takip edebildiğim kadarıyla Enes Kara ve Bahadır Odabaşı intiharları ikisinin de benzeşen ayrışan yönleri var. Bu işe siyasal yaklaşacak değilim ama ikisinin de ayrıştığı yönler var. Ben en azından birinden başlayayım; Enes Kara’nın intiharına baktığımızda daha çok klinik bir intihar gibi duruyor mektubunu değerlendirdiğimde, kaldığı yerin mahiyetinden memnun olmadığı, ailesinin desteğinden memnun olmadığı, okuduğu okuldan ve geleceğe dair derin bir kaygılığı olduğundan, tıp bitirip TUS kazanıp, onu bitirip 5 yıl asistanlık insanlıktan sayılmıyor. Canlılarar kaça ayrılır diye biz asistan iken espri yapardık. İnsanlar, hayvanlar, asistanlar diye ayrı bir sınıftı bu, otlar, bitkiler arkadan geliyordu. Bitkilerden biraz yukarı, hayvanlardan aşağı durumumuz vardı bu bir gerçek. Böyle rezil bir sistemde okuyacaksınız, nöbet tutacaksınız, nöbet parası alamayacaksınız, adam zevkine sizi dövecek gibi bir durum var. Geçenlerde Youtube’da bir görüntü vardı, “Eskiden hastanelerden cenazemizi alamıyorduk, şimdi neredeyse doktor dövebiliyoruz var mı böyle bir imkan?” böyle bir lüks tarif olduğu bir hayatta çocuğun geleceğine bakın, Enes Kara’nın yerine kendinizi koyun. Kaldığınız yerdeki insanlarla duygu, düşünceniz yok, farklı düşünüyorsunuz ama öyle düşündüğünüzü de söyleyemiyorsunuz. Ailenizin maddi imkanları olduğu anlaşılıyor, basına yansıyan ifadelerden. Ailesi de kendince çocukları kendi gibi olsun diye bir yere veriyorlar. Kendince iyi insanlar, kendilerine göre tabi ama çocuğun isteği, dileği nedir kendi içinde ne fırtınalar kopuyor bilmiyor. Orada kaldığı insanlar o çocuğun içinde kopan fırtınadan habersiz “Kendilerine göre iyi” çocuğun yaşadığından haberi yok, iç dünyasında neler dönüyor, okula gidiyor okulda destek hizmetleri yok. YÖK kanununda rehberlik ve danışmanlık merkezlerinin kurulması vardır, rektörün bizatihi görevleri arasındadır, o sistemler çalışmıyor idareten, vaziyeten oraya eskiden bir psikolog arkadaşlarımızı koyarlardı, bazı yerlerde psikiyatri uzmanı atıyorlar ama o da çok yetersiz. Bir kişi kaç kişiye bakabilir ki günde? 20-30 bin öğrencisi var 2 tane psikiyatrist yok ve bunlar genç ve ergen nasıl yetişebilecekler bunlara? Birkaç tane psikolog arkadaşımız destek vermeye çalışıyorlar, gerçekten sistem çok yetersiz, sadece yetersizlik tek boyutta değil. Ülkede çocuklar burs, kalacak yer bulamıyor, paraları az, bursları yok değil aslında ruh sağlığı hizmetlerine de ulaşamıyorlar. Ardından okullarını bitirseler zaten çoğunun işi olmayacak, en meslek garanti bölüm tıp düşüncesi, şimdi 6-7 yıl tıp okuyacaksınız, 5 yıl ölümüne çalışacaksınız, bir hayvandan farklı olmayan bir statüde asistanlığınızı tamamlayacaksınız, sonra uzman olarak atanacaksınız alacağınız maaş çok komik maaşlar gerçekten. Yoksulluk sınırında maaş veriyorlar bugün, uzman doktora, açlık sınırının üzerinde yoksulluk sınırında maaş veriyorlar, bu insanlar zeki insanlar, çoğu iyi derecede dil biliyor, dünyayı takip ediyor. Oradaki meslektaşının onda birini kadar alamıyor ve saygı da görmüyor, sosyal hak diye bir şey yok, kaç saat çalıştığı belli değil. Genele yayılmış bir çocuğun umutsuzluğu var. Çocuk yurt olsaydı; Türkiye’de siyasi tartışmalara kurban ediliyor gibi geliyor, bir siyasetçimiz diyor ki: “Biz Cumhuriyet yurtları açacağız.” Yurtların açacağına tamam da Cumhuriyet yurdunun çağrıştırdığı anlamların farkında değil zannediyorum kendisinin iyi niyetli olduğunu düşünmek istiyorum. Devlet yurdu yapsak, kamu yurtları yapılsa dese “Cumhuriyet yurdu” deyince Cumhuriyet kelimesinin 28 Şubat sürecinde insanlara ne anlam ifade ettiğini herhalde Türkiye’nin yarısına ne anlam ifade ettiğini bilmiyor mu arkadaşlar. Yine bir inada kurban gidiyoruz. Cumhuriyet yurdu yapacağım, Türk yurdu yapacağım, bu, şu yurdu yapacağım dediğinde ona ne diyeceksiniz? Kamuyu temsil eden, kamusal alanda siyaset yapan partilerin “Kamu yurtları yapacağız. Orada insanlara en ucuz şekilde mümkünse ücretsiz kaldırmaya çalışacağız. Hiçbir çocuğumuzu, sevdiğiniz sevmediğiniz hiç önemli değil onlara muhtaç bırakmayacağız, insanlar gideceklerse hür iradeleri ile orası da öyle yurtlar varsa var zaten, onları da yasalara uygun bir şekilde şeffaf bir şekilde denetleyeceğiz hiç kimseyi karanlık alan, şeffaf olmayan bir alan bırakmayacağız ama bu herkes için, dernek yurtları, vakıf yurtları için de her neyse o yurtların mahiyeti niteliği böyle demesi gerekirken yine bir inada kurban gidiyor, toptan yasaklamacı çözümlere gidiliyor. Bakın bu çocuk mesela birey olamamış, ailesine “Ben orada kalmak istemiyorum.” Diyemiyor, çocuğun durumu bakın benim tercihim bu, ailenin maddi imkanları da iyi anladığım kadarıyla, yansıyan şekliyle, çocuk parasızlıktan orada kalıyor da değil. Peki bu çocuk birey olmak istediğinde koruyacabilecek sosyal devlet var mı bizde. Bu çocuk yurda başvursa alacak yurt var mı? Devlet yurtlarının kısıtlılığı ortada! Maşalkah hapishanelerde yarışıyoruz. Çok büyük bütçeler ayırmışlar, yurt yapmaya niye ayrılmıyor bu bütçeler ben anlamış değilim. Okul açarsınız hapishane kapatırsınız! En basitinden; güncel siyasete girmek istediğimden değil, intiharların bu çocuk birey olmak istedi de biz bu sosyal ortamı hazırladık da bu çocuk olmayacağım mı dedi. Bu ailelere, bu çocuklara mülkü gibi görüyor ebeveynler, çocuklar size emanet edilmiş bir şeydir, bu dinsel paradigmaya göre de böyledir. Sizin mülkünüz değildir, bunu bırakıyorsun devlette kendi mülkü olarak görüyor. Bu çocuk devletin de mülkü değil, ailenin de mülkü değil. Devlet milletine hizmet etmek için toplumuna hizmet etmek için vardır, devleti temsil edenler millet adına mülkiyet talebinde bulunamazlar. Bir taraftan ailenin mülkiyet hissine karşı çıkarken öbür taraftan da devlet halkını mülkünü malı gibi görüyor. Devlet dediğimiz tüzel bir kimlik. Biz bu mülkiyet, aidiyetlikte, sahiplikten nasıl kurtulacağız? Nasıl birey olacağız? Ne zaman biz modern devlet olacağız da devlet hizmetkar olacakta devlet hizmet edecek? Bu çocuklara birey olma hakkı tanıyacak birey olacaklar, hem ailelerine hem toplumsal iradeye, toplumsal baskıya, yönetim baskısına karşı ne zaman birey olabilecekler? Meseleyi bu çerçeveden ele almak lazım. Bir tarafta tarikat, cemaat, dernek, var ama öbür tarafı da var. Bir tarafta bir başka unsuru da, baskı unsuru da yurt bulmak gerekiyor Enes Kara cinayetinde, bu cinayet! Kimse ne devlet ne aile ne toplum ne kaldığı sosyal çevre ne de okulu bu çocuğa el uzatamamış! Bu çocuk yardım arayışlarına direnmiş, uğraşmış, kendince çözüm bulamamış ve en kötü çözümü çözüm zannetmiş! En kötü çözüm ne? Hayatına son verme! O yolu denemiş. Bu çocuğun durumu bir dramdır, bu çocuğun dramından herkes sorumludur! Hiç kimse kendisini burada kurtaramaz. Yaptığınızdan sorumlu olduğunuz gibi yapmadığınızdan da sorumlusunuz, bu hepimiz için geçerli. Bunlara ayırmakta, şu intiharı sahiplenelim öbürünü sahiplenmeyelim bu daha kötü bir durum, bu daha adi bir durum, bu daha sefil bir durum, daha iğrenç bir durum. Bu çocuk öyle değil de öbür türlü olmasaydı ne değişecek? Bir can gittiği noktasına gelemedik hala. Kaybolanın bir insan olduğunu, kaybettiğimizin bir insan olduğunu noktasına biz gelemedik. Bu bir gerçek! Enes Kara olayına gösterilen hassasiyeti takdir ediyorum. Biz her ölüme üzülmemiz gerektiği gibi her olaya büyük tepki genç intiharları bunlar. Toplumun geleceğinin intiharı, ikinci olayda da öyle! Bu çocuklar öyle ya da böyle itilmiş bir kesimin çocukları, itilmiş kesimin çocuğu olmasa da ne değişecek? Zaten kaybeden bizim canımız değil mi? Biz bir toplumsak, bir milletsek, ulussak hangi kelimeyi kullanıyorsa insanlar, kelimelerden dolayı insanları ayrıştırdığımız için! Çocuk gitti, ailesi ne düşünüyordur? Burada intihar edenlerin basına veriliş şekli de hiç hoş değil, basını kullanış şekli de hoş değil. İntihar kelimesini başlıkta vermemek lazım! Bu çocuk neler yaşadı buna odaklanmak lazım! Ailesi neler yaşadı ona odaklanmak lazım! İnternette bu durumda görünce ergenler neler hissediyorlar buna odaklanmak lazım! Bunun bir özendirici bir şekilde sanki bir seçenekmiş, protest bir tavrın kutsanması gibi sunduğunuzda bunun yaygın hale geleceğini, yaygınlaşacağını, grip salgını gibi yaygınlaşabileceğini bilmek lazım, ergen insanların salgına dönebilme ihtimali vardır.

Ömer Faruk Gergerlioğlu: Değerli hocam açıkçası biz çok üzülerek takip ediyoruz Enes Kara ve Bahadır Odabaşı intiharlarını ama o geride kalan ve sıkıntıda olan, depresyonda olan gençler için bu ne ifade ediyor? Bu çocuklar şu anda isimleri çok duyulmuş, anlaşılamadığı, kendilerini anlatamadığını konuştuğumuz adeta kahramanlaştırdığımız çocuklar haline geliyor ve sıkıntıda olan gençler için adeta özenilecek objeler haline geliyor değil mi?

Hasan Herken:Kesinlikle Enes Kara intiharını ben özelimde yaşadığımı anlatayım. O çocuğun videosunu izledim, mektubunu okudum, mesaj yazmadım çünkü sosyal medyada sahiplenişine baktım beni üzdü, şöyle üzdü; bu çocuğa sahiplenenlerin özelliklerine bakarak içime şöyle bir üzüntü geldi, gene başka mecradan başladık, yanlış mecradan başladık diye düşündüm. Mektupları okuduktan sonra o yorumları dinledikten sonra sadece Retweet yaparak bazı mesajları beğendim başka bir şey yapmadım. Bahadır Odabaşı olayında da öyle. Bu memlekette acıları yarıştırmak gibi, kendi mahallesinin derdine sahiplenmek gibi kendi mahallesinde başka dert görmemek gibi belli kesimler var kendi işine yarayabileceği ölümleri, intiharları, hapisleri işkenceleri öne sürmesi gibi ağır utanç verici bir durum var, aynı duruma kendim düşmemek için çok gayret ettim. Siz dediğinizde de konuşma yapmayayım diye gittim, biyolojik eğimli bir psikiyatristim, asosyal psikiyatrist olduğum için ilginin biraz genel kültür olarak ilgiliyim ama o alanın sosyolojiye, sosyologlara bırakmak lazım. Siyaset bilimcilere bırakmak lazım ama siyaset öyle bir fiil ki bir geliyor siyasi ideoloji nereye girse her şeyi deviriyor. Bu Enes Kara’nın intiharında bile öyle bir ağır siyaset işi vardı ki makul arkadaşlarımız herhangi bir kesimden olursa olsun onlar diyorlar ki: “Bu sadece cemaat, cemiyet meselesi değildir bu çocukların birey olmasına yönelik bir şey yapıldı mı? Birey olması için sosyal devlet olması lazım? Bu insanın aile desteğinden çıktığı zaman onu kollayacak kadar ona muhtaç etmeyecek kadar sosyal devlet oldukta bunların hepsini sağladıkta ondan sonra mı biz bu çocuğun üstüne gidiyoruz.” Bizde sadece şöyle olsun, öyle olması için gerekli hazırlığı sosyal devlet Anayasa’sında, sosyal demokratik laik hukuk devletidir diyor, hukuk devleti nerede kaldı? Demokratiklik nerede? Laiklik nerede? Sosyal devlet nasıl olduk? Anayasada yazan; demokratik, laik, sosyal devlet değil miyiz? Hangisi var? Hepsini mahvettik! Temel güvenlik meselesi insanın ihtiyaçta hiyerarşisinde en altta olan ve en önemli olan! Piramitin üstü diğerleridir, bizde temel güvenliğimizi sağlayamaz olduk. Hukukun içine edilmiş bir ülke var! Hukuk Sn. Adalet Bakanı’nın söylediği gibi işlemiyor! Söylediği gibi işlese hiçbir derdimiz kalmayacak ama onu doğrulamıyor! Tartışmalar hep bir tarafa gidiyor, herkes kendi tarafından yontuyor, ortada durupta hem kendini eleştirebilen hem kendi mahallesini eleştirebilen hem diğer mahalleyi eleştirebilen zaman zaman yöneticilerin gözüne bakıpta onları eleştirebilen, halkı eleştirebilen, halkın gözü ile bakıpta yöneticileri eleştirebilen entelektüel tabaka eksikliğimiz yok mu Ömer bey? Acıları illa kendisinin olmadan, her kesimin acısını hissedebilen entelektüel eksikliğimiz yok mu bizim? Mesele buradan başlıyor, nerede her grup kendi marjinalini, kendi sert görüşçüsünü uç derecede sevimsizini, saldırganını kendi grubunun sözcüsü yapmış durumda. Halbuki herkes kendi grubunun makulünü, uzlaşmaya açık olan ile öne sürmesi gerekirken bu savaşacağız demek! Savaşmak istiyoruz bundan da memnunun demek, yüzyıllardır yapıyoruz zaten bu gidişte bu kafayla on yıllarca daha biz aynı şeyi yapacağız. Aynı şeyi yaşayacağız. Bahadır olayında o intiharda da bariz toplumun ittiği, görmek istediği bir kesimin çocuğu o daha ergen, diğeri de ergen ama o daha da ergen daha dürtüsel, davranışları. Belki de çocuk mesaj vermek için çaresizlik hissinin dışa vurumu şeklinde bir şeye kendi ama çok agresif bir yöntem olduğu için geri dönüşü olmadığı çocuğun, aslında intihar girişimlerinin temelinde bir yardım arama davranışıdır, özellikle gençlerde.

Ömer Faruk Gergerlioğlu:İkisinde de hocam uzun süredir depresyon belirtileri var anladığımız kadarıyla zaten ben de göğüs hastalıkları uzmanıyım ama ben bile anlıyorum, siz bir psikiyatrist olarak Enes Kara’nın notlarına baktığınızda ağır bir depresyon izleri gördünüz, Bahadır Odabaşı’nın ailesi ile de konuştuğumuz zaman 11 yaşından itibaren babasızlık, sıkıntı, toplumsal ortam ailevi ortamda okulda yaşadığı sıkıntılar, kopuşlar başarısızlıklar, hırçınlıkları görüyoruz. Böyle bir tablo var hocam.

Hasan Herken:Mesela baştan sona okuduğumda benim aklıma kaldığı yer ile ilgili sorunlar ikincil sorun hatta üçüncül sorun. Çocuğun geleceğe ait, ana ait, hatta geçmişe ait değerlendirmesi bile bozulmuş. Ağır depresyona girmiş çocuk, bu dönemde birilerinin fark etmesi gerekirdi. Okulda arkadaşları fark edebilirdi, belki de fark ettiler yapamadılar. Okulda hocaları fark edebilirdi belki, fark ettiler edemediler bilemiyoruz, yardım alıp alamadığımıza dair bilgimiz de yok bir şey diyemem, kimseyi suçluyor durumuna düşmek istemem. Ailesinin haberdar olması gerekir, kaldığı yerde arkadaşlarının ya da kimse sorumlusu varsa onun farkediyor olması gerekir. Ergen intiharlarında bizim anladığımız gibi dört dörtlük depresif belirtileri, depresyonun tam belirtileri göstermez, onlarda hırçınlık, sinirlik, öfke patlamaları günlük yaptığı alışkınları ta ki eskiden önemsediği şeyleri önemsememesi, günlük rutinini terk etmesi, kişisel bakımını eskisi kadar yapmaması, alışkanlıkları terk etmesi, ölüme ait düşünceler etrafta dolaşması, ölülerin son sözleri gibi şeyleri okuyor olmaları insanlara fikir vermeli. Bunun önceden fark edilebilir tarafları var, özetle ergenlerde keşke doğmasaydım, keşke ölseydim gibi değerlendirmeler öyle ya da böyle ağızlarından yansıdıysa, değerli eşyalarını bile hediye etmeye başladılarsa günlük rutinlerini terk ettilerse, rutinin dışında davranışlar göstermeye başladılarsa, ufak tefek mesaj bırakma girişimleri varsa bu çok ciddi bir durum olarak fark edilmesi gerekir. Büyük de konuşmak istemem, herkes fark edemeyebilir de büyük büyük konuşup ben hep öyle düşünmüşümdür. Büyük konuşursam kendi başıma da gelir, kendim de böyle birisini fark edemem, atlayabilirim diye korkmuşumdur, insanlar üzerinden konuşuyorken onların, ailelerinin bir suçluluk durumuna itmek istiyor değilim. Anladılarsa kendilerinden özür dilerim, öyle bir derdim de yok ama bir sosyal ortamda uyarı yapabilmek için bunları söylüyorum, belki de gereğini yapmışlardır bazen ne yaparsanız yapın yetmeyebilir de.

Ömer Faruk Gergerlioğlu:Sanırım Bahadır bir müddet ilaç kullanmış ama ağır gelince bırakmış.

Hasan Herken:Mesela takipte zorluklar oluyor. Düşünün genelde itilmiş toplum kesimlerinin hepsi, Türkiye’deki böyle bir dönem komünistlerin, Türklerin, Alevilerin her daim Aleviler, Kürtler, Ermeniler son döneme kadar muhafazakarlar, komünistler oldum olası bu toplumda sosyal demokratın ötesinde solu savunan herkes bir şekilde oldum olası itilmiş kesimlerdir, bu kesimlere ait olan bireyler, ebeveynler ve çocuklar hepsi veya bu görüşe sahip olan insanlar öyle ya da böyle toplumun itilmiş kesimi oluyorlar. Genel işleyen sistem böyle. Kimi zaman zaman 5-10 yıl bir kesim nefes alıyor olabilir ama tüm zamanların ötekileri, ikincil sınıfları olan insanlarda bu kişiler kendini toplumun parçası hissedemiyor. Toplum tarafından yabancılaştırılıyor, ötekileştiriliyor hatta şeytanlaştırılıyor. Bu topluma olan bağları kopuyor. Bu insanlar umutsuzluk, çaresizlik, geleceğe dair beklentilerin de kötüye kayma olmaması mümkün değil ve bunu sosyal devlet olmadığımızı ve buradan bu durumdan çıkmak için bir umudun da olmadığını düşünün mesela siz şimdi Türkiye’de zenginlerin ben 2015’ten itibaren istatistik görmüştüm, 1 Milyon $ serveti olan 50 bin kişiyi geçmiş, 43 bin diye okumuştum 50 bin kişiyi geçmiş diye okudum 1 Milyon $ ve üzeri serveti olan 50 bin genç girişimci Türkiye’den ayrılmış. Siz düşünebiliyor musunuz? Doktorların, mühendislerin ayrılması. İpini koparan kaçıyor gibi bir durum var ortada, bunu gençler de görüyor. 13-15-17 yaşındaki çocuklar da görüyor. Eskiden zannediliyor ki bunlar bilmez, alakası yok. Çocuklar sosyal medyayı çok iyi kullanıyorlar, Twitter’ı, Facebook’u, Tiktok’u çok iyi takip ediyorlar. Oralardan ya da Youtube videolarını izliyorlar, ebeveynlerinin bilmediği birçok şeye vakıflar, geçen gün oğlum: “Üniversite sınavına hazırlanıyorum, 15 dakika Twitter’a girdim, içime sıkıntı bastı çıktım.” Diyor nasıl bir yaygın umutsuzluk aşılıyorsa bizde tabi belki de o denli içimizde o yoğunluğu hissetmiyoruz, gerek yaşadığımız şeylerin birikimi ile onlara tahammüllü olabiliyoruz ama ağır baskıların karamsarlığı hedef grubu ergenler, ardından kadınlar, ardından erkekler.

Ömer Faruk Gergerlioğlu: Ergenler, kadınlar ve çocukların bir dayanıksızlık sıralaması olduğunu söylüyorsunuz en başta. Ergenlerin daha sonra kadınlar ve erkeklerin olduğunu söylüyorsunuz. Peki değerli hocam o zaman ergenlere daha bir spesifik olarak yoğunlaşırsak; ergenler derken, ergenlik derken yaş aralıkları nedir ne değildir? Değişmiş midir? Ergenlik ve sorumluluk denkleminde yaşananlar nedir? Bundan bir yüz yıl önceki gençler ile şimdikiler bir midir? Teknolojinin getirdiği değişimler, ergenlerin yaşadıkları, aldıkları haklar ve sorumluluklar bağlamında bu yaşanılan baskılara karşı stres cevapları ne oluyor?

Hasan Herken:Toplumumuzda bir dönüşüm de var. Büyük laflar etmek istemem ama kendi kişisel gözlemimden bahsedeyim, meslektaşlarımız katkıda bulunurlarsa memnun da olurum, benim gözlemlediğim yüz yıl önce davranış kalıplarına baktığınızda insanlar 18-20 yaşlarına girince evleniyorlar, aşağı yukarı kişisel olgunluk, sosyal olgunluk, kendi ayaklarının üzerinde durma becerisini öyle ya da böyle bir şekilde 18-20’li yaşlar civarında özellikle askerden döndükten sonra tamamen 20-22’li yaşlarda, kızlar 18’i hemen geçince evlendirilme, hayat kurma herkes kendi büyüklerine baksın sistem böyle işliyordu. Cinsellik ile tanışma yaşları da gerek sosyal ortamın, kültürün, dinin her türlü faktörlerin toplamından çıkan bir etki ile cinsellikle tanışma yaşı ile yaşındaki cinselliklerini tanıma yaşı ile evlenme yaşı arasında çok az bir süre vardı genel gözlemimiz o. Olgunlukta sağlıyordu, cinsellikle tanışmaları çoğunlukla evlilik ile başlayan bir şeydi ve bir ev kurup götürebiliyorlardı, olgunlukta beraber işliyordu, yakındı. Şimdi bu üretim kalıpları değişti, tüketim kalıpları değişti, dünya değişti, büyük ailelerden, çekirdek ailelere döndü. Eğitim yaşı uzadı, eğitim süresi de birlikte uzadı, evlenmeler gecikmeye başladı ve bu ortamda ergenlik yaşı cinselliğin farkına varmaya kadar iner gibi oldu. Erişkinlik yaşı da 18’den sanki 30’a doğru çekildi. Eskiden 18-20’li yaşlarda dengelenen şey, ergenlik ile cinsellikten biraz aşağılara doğru indi bu madde ile tanışma, sigara, alkol ile tanışma olgunluk yaşında erişkinlik yaşı da daha da yükseldi sanki. Böyle bir şey var. 25 yaşında hala çocuk gibi davranan bir insan var. Hiçbir konuda sorumluluk almayan, annesi babasına atan, hakları konusunda son derece dirençli ama sorumlulukları üstlenme konusunda bir o kadar kaçan bir toplum kesimi de olmuştur. Çok ilginç bir şekilde 30 yaşında sanki 12 yaşında gibi, sorumluluk alma anlamında 15-18-20 yaşında gibi ama 12-13-15 yaşında çocuklar haklarını talep konusunda 30 yaşında gibi mesela. 20 yaşına geliyor; “Ben motorsiklet alacağım.” Diyor, aile imkanım yok diyor. Anne baba birimiz çalışıyor. “İsterim de isterim, evi yakıyor, yıkıyor. Motor alacağım almak zorundayım.” Bunu da uç vaka olarak değerlendirebilirsiniz ama çocuğa şunu dediğinizde; “Delikanlı çok güzel, isteyebilirsin, ehliyetin var mı? Ehliyeti al. Ailenin parası yoksa ek iş yap, bir şey yap, parayı kazan al.” “Bana almak zorundalar.” Diyor. Alsalar iyi, imkanları var da almıyorlarsa ben yardım edeyim ailenle görüşeyim ama ailenin imkanı yok. Çocuk yakıyor, yıkıyor ortalığı “Bana motosiklet alacaksınız.” Aile bize başvuruyor, ortalığı yıkıyor. Orada yanlış giden bir şey yok mu? Değerlendirmede bir sorun yok ama olgunlaşma yaşında gecikme, haklar ile sorumlulukların baş başa gitmesi gerektiği, hakları talep etmek için sorumlulukları da üstlenme gerektiği, ebeveynlerin elinden gelen her şeyi yapmak istediklerini, isteyeceklerini ama imkan olmayınca onlar nasıl yapabilecekler? Çalacaklar mı senin o ihtiyaçlarını karşılamak için? Bu giyinme, yeme içme dışında bir şey! Zorunlu olanın dışında bir şey, motosiklet almak istiyorum şu kadar. “Herkes alıyor ben de isterim.” İmkanı olan alabiliyor olamayan ne yapacak? Eğitimini tamamlarsın yaparsın. Şöyle de bir nesil geliyor; herkesi söyleyemem bir grup geliyor haklarını isteme konusunda son derece dirençli, sorumluluklarını üstlenme konusunda acemi bir isteksizlik ve muazzam kaçınma her şeye anında ve şu anda olsun, herkeste olan bende de olmak zorunda. “Beni dünyaya niye getirdiniz o zaman?” diyecek kadar da böyle ilginç sonuçlara varabilen durumlar gelişiyor. Şu anda ergenlik, gençlik tasavvurları beklentileri yüz yıl önceye çok değişti. Şu anda da mesela bunun ortamı, gerek sosyal medyanın etkisi, iletişimin artmasının etkisi, dünyanın en ucunda olanı bile hemen şimdi bir gün içinde her yerde duyabiliyoruz. Doyumsuzluk arttı bir miktar, gençlerde bir miktar arttı. Hak ediyorlar, talep ediyorlar. İngiltere’dekinin hakkı bende de olsun bu çok güzel bir şey, demokratikleşmemiz açısından güç olabilir. Zenginleşmemiz için de güç olabilir, birey olmamız için de bir güçtür, hak talepleri, doğal haklara talepleri çok güzel. Düşünce özgürlüğünü istemeleri veya inanç özgürlüğünü veya inançsızlık özgürlüğünü fark etmiyor, düşünce özgürlüğü bu, hürriyeti istemeleri, iyi eğitim talep etmeleri, dünyada geçerli olabilecek meslek sahibi olmaları ve burada verilen eğitimi dünyadaki eğitim ile eş değer olması ve istediği yerde iş bulabilecek kalitede insan yetiştirilmesini talep etmeleri çok güzel bir şey. Dünyanın şurasında ucuz yurtlar varsa, insanlar ailesi, aileden birinin kişiden çocuğun okutabilmesine yetiyorsa o bunların da gençlerin de talebinden daha doğal ne olabilir? Biz bu konular üzerine odaklaşmamız gerekirken Türkiye’nin geldiği şu anki durumda konuşamıyoruz. Konuşanların başına ne geldiği ortada. Vazgeçmiş de değiliz. Gençlerdeki intihar belirtilerine bir miktar odaklanmamız, sanki neler olduğunu konuşmamızın bir miktar belki topluma faydası olabilir, o konuya değinmek istiyorum. Gençlerde intiharın düşünebileceğini gösteren bazı işaretler var. Onlardan bahsetmek istiyorum. Mesela yeme ve uyku alışkanlıklarında bir değişim olduysa, arkadaşlarında ve ailelerinden uzaklaşmaya başladıysa, her zamanki aktivitelerini bıraktıysa, çaresizlik, değersizlik hisleri varsa, kendini öldürme isteğinden ya da dünyaya gelmeme isteğinden “Keşke ölseydim.” Kelimelere yansıyan cümleler çıkıyorsa, şiddet içeren veya asi davranışlar göstermeye başladıysa, evden kaçma gibi, madde, alkol kullanımı arttıysa veya o yoksa başladıysa. Olağandışı bir şekilde dış görünüşe önem vermeme, eskiden yaptığı alışkanlığın tam tersi olarak vermeme başladıysa, sürekli sıkılma, konsantrasyon güçlüğü, akademik performansında düşüşler başladıysa sürekli fiziksel yakınmalar, karın ağrısı, yorgunluk yakınmaları varsa ödül ve övgüye cevap vermemeye başladılarsa bu gerçekten sıkıntının başladığının işareti. Artık ödül ve övgüye bile çocuk değer vermiyorsa, hiç onun üstüne bile düşmüyorsa artık ciddi bir sorun vardır. Bu bir uyarıcı olmalıdır. Not bırakma girişimleri varsa, mesela bazen de bu intihara niyet denen insanların o karamsarlığın dip yaptığı noktada birden iyilik hatta bir miktar coşku halde başladıysa bu çözümsüzlüğü çözüm olarak intiharı görmeye başladığının işareti de olabilir. O anda iyilik hali hisseder, bir mektup yazmalar, vedalaşmalar gibi şeyleri yapıp o işi yapabilir! Bu tabi topluma itilmiş kesimlerin bütün göç edenlerde intihar patlar, itilmiş kesimlerde intihar patlar, işkenceye uğramışlarda, yoksulluklarda intihar patlamaları olur bu dünyada bilinen şeyler. Yoksulluk nesiller boyu sirayet edecek etkileri vardır. Bir sonraki nesle kalıtılacak etkileri var. Mesela basit bir yoksulluk deyip geçmeyin, iyi beslenememiş çocukların beyinlerindeki kıvrım sayısında ve beynin yüzeyinde azalma olduğu çok bariz bilimsel bilgidir. Genetik olarak telomer sayıları azdır. Bunu insanlarımız bilmeyebilir, bakarlarsa görürler. Telomerlerin azalan insanların ömrü kısalır, bunlarda kanser hastalığı sıklığı artar, bu KHK’lıların kansere yakalanması, ağır strese maruz kalınanların kanser olması ve kanserden sonraki ölüme kadar giden sürenin çok kısalması hep bu telomerlerin azalması ile ilgilidir.

Ömer Faruk Gergerlioğlu:Korteksin incelmesi ve beyinsel bağların ilişkilerin zayıflaması diyorsunuz.

Hasan Herken:Korteks yüzeyi, kalınlığı azalıyor, genetik olarak telomer sayıları azalıyor bunların net bir şekilde ömürleri kısalıyor, ağır strese bağlı ve beslenememeye bağlı. Bu itilmiş kesim herkeste vardır, bugün siz bütün tarihimize, tecrübeden biliriz. 12 Eylül’deki sıkıntı çekenler, daha önce sıkıntı çeken insanların daha çok kanser hastası olduğu, ne kadar çok ömürlerinin kısaldığı, biyofizikel ve psikiyatrik hastalıkların arttığını çok iyi biliyoruz. Bu eşitsizliklere, intiharlarda, yoksulluğa, itilmişliğe, bu duruma mahkum edilmişliğe bir isyandır aslında. İsyan böyledir. İntihar sadece psikolojik süreçler olan bir şey değil, sosyolojik süreçlerin desteklediği bir şeydir.

Ömer Faruk Gergerlioğlu: Aslında cezaevindeki insanlar da intihar ediyor, bunu şöyle değerlendiriyorum; bireysel bir mesaj ve toplumsal bir isyan mesajı. Bir mesaj vermeye çalışıyor, gençler de, diğerleri de aslında “Beni anlamadınız şimdi anlayın.”

Hasan Herken: Bir çeşit cezalandırma da var. Ebeveynleri cezalandırma da var orada. Sanki bir çeşit “Ben bunlara bir ceza vereyim, bir ders vereyim.” Sanki bilinci ölünce öldükten sonra bile bunların pişmanlığını görecekmiş gibi hisse kapılıp; “İntihar edeyim de görsünler.” Düşüncesi de var özellikle ergenlerde. İntiharı cezalandırmak, kendine oldurmayı kendilerini cezalandırma şekli var. İntihar tek bir noktaya indirgenecek bir şey değil. Biyolojik, psikolojik ve toplumsal etkilerin bileşkesinde yer alan bir şey ama burada biyolojik etkileri değiştirmemiz mümkün değil genetik olarak geliyor bizde bu. Psikolojik olanları değiştirmek aileler ve toplumun elinde. Sosyolojik olarak onu yönetimlerin elinde yine toplumun elinde. İki tanesi net elimizde, iki tanesi de üçüncüyü yani biyolojiyi etkiliyor. Biyolojik zeminde yatkınlık varsa diğer iki sistemin iyi olması koruyucu etki yapıyor ve intiharları, depresyonları, ruh ve fiziksel sağlıklarının da bozulmasını geciktiriyor veya ortadan kaldırıyor ama bizim etkileyebileceğimiz iki alan var; sosyolojik ve psikolojik olan. Psikolojik olanda aile daha önde, sosyolojik olanda, toplumsal olanda devlet, yönetim ve yöneticiler daha önde. Toplu bir mücadele gerekir, sadece okullar şunu yapsın, aile bunu yapsın denecek bir şey değil. Önce ülke demokratik olacak, ülkeye önce adalet gelecek, adalet yoksa ekmek yok adalet yoksa huzur yok adalet yoksa güvenlik yok! O zaman huzur ve adalet için ekmek için, iş için, huzur için adalet gerekiyor ama adaletimizin durumu ortada, yargımzıın durumu ortada. Buradan başlamak gerekiyor. İlla onların bu işi yerine getirmeyenlerin çoluğuna, çocuğuna olsun da mı akıllanacaklar?

Ömer Faruk Gergerlioğlu: Şöyle diyebilir miyiz hocam? Benim teşhisim şöyle; aslında hem ailenin yaklaşımı çok önemli, psikolojik olarak hem de sosyolojik olarak devletin iktidarın yaklaşımı çok önemli hatta ilgili bakanlıkları da ben konuşmalarımda uyarmaya çalışıyorum. Gençlik ve Spor Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı eğer ki çocuğun yakınları cezaevindeyse Adalet Bakanlığı depresyon durumunu takip etmesi gerekirken takip etmeyen Sağlık Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı iş sorunları yaşayan ailelerin intiharlarında bütün bu bakanlıklar sorumlu gibi sanki değil mi hocam? Ne dersiniz?

Hasan Herken:Anayasamıza göre sorumlu, herkes sorumlu. Devlet denen mekanizmanın tamamı sorumlu. Siz kurumsal kurumların iradesini bitirdiğinizde, kurumları çökerttiğinizde kurumlar sadece birilerinin gözüne bakarak birilerine şirin gözükmek için iş yapar duruma düştüğünde bunların hiçbirini takip edemezsiniz. Bunu peygamber olsan takip edemezsin, dünyanın en zekisi, parlağı, yeteneklisi olsa da takip edemezsin, kurumsal kimlik önemlidir, kurumların yaptığı çalışmalar vardır. Yılları alacak mücadeleler vardır. Bunlar hepsi değiştirmekle olmaz, yıllara yayılan bir süreç. Sadece şu kurumun bu kurumun üstüne düşmesi ile değil toplu gerekir. Basının dahi en kenarda durur aslında basının bile sunuş şeklinden başlayarak herkesin sorumluluk alması gerekir bir tanesi eksik kaldığında; 10 tane faktör olduğunu düşünelim biri eksik kaldığında %10 düşmüyor, %40-50 başarı düşüyor, toplu bir çalışma gerektiren bir şey bu. Hepsi birbiri ile etkileşim içinde.

Ömer Faruk Gergerlioğlu:Gençleri intihara heveslendirecek bir yanlış yapmaktan ziyade tüm devlet kurumlarının farklı sivil toplum kuruluşu ve medya kuruluşlarının ortak bir sorumluluk bilinci içinde hareket etmesi gerekir diyorsunuz.

Hasan Herken:Aynen. Kesim ayırt etmeden bir intihar, bir intihardır, bir can gitmiştir, bir kere gelecektir, reenkarnasyon falan yok arkadaşlar. Geliyorsunuz zaten başka bir canlı olarak geldiyse haberimiz yok. Bir insan bir kere geliyor, hiçbirimizin canı diğerinden daha değerli değil, hiçbirimizin. Bir kişi geliyor ve yarıda bırakıp gidiyor. Genç fidanlar bırakıp gidiyor. Bunu o çocuk üzerinde bir can gitti, o can benim canımda olabilirdi, en sevdiğimde olabilirdi, nefret ettiğimde olabilirdi, bir hakkı vardı, bir kerelik hakkı vardı onu da yaktı gitti deyip üzerine düşmek gerekiyor. Gittiği yer şurası burası manevi konular onlar. Bizim üzerimize düşen o ve öte tarafta veya bana göre var başkasına göre yok o tarafta gideceği yerin iyiliği kötülüğü beni ilgilendirmiyor bu taraf ilgilendiriyor. Mazlumun hakkını alacağı da beni ilgilendirmiyor, zaten alacaksa alacak bu tarafta niye alamasın hakkını, bu tarafta niye yardım etmeyelim ona. İnsanlar böyle pasifliğe itiliyor, “Öbür tarafta hakkını alırlar.” Burada niye alamıyorlar? Öbür tarafta yanlış yapanlar cezasını çekecekmiş.

Ömer Faruk Gergerlioğlu: Şunu da sormak isterim, felsefi ve sosyolojik olarak bireyin özgürlüğü ve onun karşısındaki kurumların tavırları arasındaki çelişkiler bir kompleks hali bir çatışma hali biliyorsunuz çok önemli bir kavramdır, kompleks bu tür sıkıntıların ortaya çıkmasında bir çatışma halinin giderilmesinde ne yapılmalı? O depresyonlar, sıkıntılar oluşmadan, çalışmaları giderme noktasında bireye, topluma, kurumlara düşen nedir değerli hocam?

Hasan Herken: Öyle zor bir sordunuz ki. Ben tek bir cümle ile özetleyim; önce insan olacağız her birimiz. İnsan olacağız diyorum bunu olmak bir süreçtir. Bu dünyada tamamlanabilecek bir süreç gibi gelmiyor, insan olmaya çalışacağız, insan olmaya gayret edeceğiz. Önce bir insan olacağız. Eskilerin tabiri ile adam, Adem ne ise! Önce insan olacağız! Ah bir olabilsek! Dünyada olunması en zor şey, en çok uğraşılacak ama olması en zor şey insan olmak. Biz önce insan olalım da sonra her ne halt görüşten ya da mezhepten ya da etnik yapıdan olursak olalım ah bir insan olsak, ah bir insan olabilsek bunların çözümü bu. Kendisine yapılmasını istemediği başka hiçbir şeyi başkasına yapmayacağız. Senin istediğinin herkesin istemesine izin vereceksin. İzin vermekte bir şey yok, izin vermek üstlüktür. Senin istediğini herkesin isteyebileceğini kabul edeceksin, senin istemediğini başkasının da herkesin de istemeyebileceğini kabul edeceksin. Bu dünyaya bir kere geldim, ne ırkımı seçtim, belki sonradan dini seçmedim bu toplumun içinden geldiği için öyle oldu, ırkımı, milliyetimi, tipimi de seçmedim. Ne anne babamı ne kardeşlerimi seçtim böyle bir dünyaya geldim. Böyle geldiğim, böyle yaşadığım için ben Müslüman olarak yaşadım, öbür tarafta cennete gidecekmişim bana da tuhaf geliyor. Bir başkası da başka milletin içinde doğdu onların gerektirdiği şekilde yaşadı o da cehenneme gidecek haksızlık bu. İnsan olunması gerekiyor, biz beşer doğuyoruz, homo sapiens, sapiens olarak doğuyoruz ama insan olmak zorundayız. Homo sapiens, sapiens insan değildir o bir beşerdir sadece, biz insan olacağız, insan. Ardından inanan, öbür dünyada nasıl olacaksa ama önce insan olacaksın. Başı, sonu bu. Öbür türlü saatlerce konuş, ne kadar yetkili ile görüş herkes kendi alanında önce insan olacak, ne iş yapıyorsa en iyisini yapacak, kendisi için istediğini herkesin istemesini kabul edecek. Kendisinin istemediğini başkasının istememesinden kabul edecek, izin verecek değil, hoş görecek değil, kabul edecek. Benim kararım, benim dünyadaki 8 milyar insanla ne fazlalığım var ne eksikliğim var. 84 Milyon Türkiye Cumhuriyeti vatandaşım var. Ben Türk’üm, ben Yörüğüm bu devlet benim devletim ama 84 milyonda 1 hissem var sadece. Bu topraklara yaşayan etnik olarak herhangi bir vatandaşa ait olabilir ondan ne bir fazla mülkiyetim var ne bir eksik mülkiyetim var, eşitim onunla ve bu devlet beni ne kadar benimse, bu topraklarda yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kimliğini taşıyan herkesin devleti. Bunu kabul edeceğim, bak hoş göreceğim, izin vereceğim değil kabul edeceğim.

Ömer Faruk Gergerlioğlu:Son olarak Bahadır Odabaşı’nın yaşadıklarını babası, annesi, kardeşleri çerçevesinden değerlendirmenizi istesem. KHK’lılar çok ağır sorunlar yaşıyorlar, vatandaşlıktan atılıyorlar, sosyal hayattan atılıyorlar, medeni bir ölüme atılıyorlar. Sadece KHK’lıların çocukları değil, kendileri, anneleri, babaları, eşleri intihar ediyor, aileler boşanıyor, kanser hastalıkları yoğun bir şekilde var. Cezaevine girince bu daha da artıyor, siz de bunu yaşadınız, ihraç oldunuz, cezaevine girdiniz, çok önemli stresler mutlaka sizlere bir psikiyatrist olmanıza rağmen yaşadınız ve tüm bu çerçeve içinde genel bir yüzbinlerce KHK’lının bir umutsuzluk yaşadığını da biliyoruz, %87’si OHAL Komisyonu’ndan ret aldı, çoğu cezaevlerinde bir kuyunun dibine atılmış durumdalar. Anayasa Mahkemesi’ne AİHM’e gidene kadar 15-20 yıl geçecek mesleklerini yapamıyorlar, kimisi belki özelde doktorluğunu, mühendisliğini yapabiliyor ama kimi KHK’lının özelde yapabileceği bir iş de yok. Çaresiz, sağda, solda yıpranıp duruyor, dolaşıp duruyor ve çocukları da bu stresleri yaşıyor. Ne olacak hocam bu hal? Bu hal nedir? İstikbal neyi gösteriyor? Enes Kara ve Bahadır Odabaşı’ndan hareketle?

Hasan Herken:Genelde herkese özelde KHK’lılara ve her ne nedenle olursa olsun bir şekilde itilmiş insanlara kötü duruma gelmiş insanlara, hakları elinden alınmış insanlara, zor duruma düşürmüş insanlara, pozisyonları ellerinden alınmış her ne nedenle olursa olsun dünya hayatının 2Hasan Herken2 4 etmesi gibi yer çekimi kanununa göre bıraktığınız her şeyin düşmesi gibi netlikte olmasa da ona çok yakın netlikte olan bir şey var! Doğa kanunlarının sosyolojik kanunlarda böyle işliyor. Yükselen her şey mutlaka düşüyor! Düşen her şey mutlaka çıkıyor! Bu dünyada geriye doğru insanlık tarihine kadar okuyabildiğimiz tarihe kadar baktığımızda ölmeyen kimse yok. Doğan herkes bir gün ölüyor. Çökmeyen hiçbir medeniyet, çökmeyen hiçbir devlet, çökmeyen hiçbir güç sahibi yok! Hepsi gelip geçici ve bu dünyanın olmazsa olmazı. Yukardan bırakılan taşın düşmesi gibi. Bu dünyada yaşıyorsak bu dünyaya geldiysek, bu dünyadan gidene kadar nasıl çocuktuk büyüdük, yetişkinlik erişkinlik olduktan sonra zayıflayacağız ve öleceğiz. Bu mutlaksa hayatın içinde mutlaka bir zorlukda, varlıkta, darlıkta, imkan içinde, imkansızlık içinde, haklıyken, haksızken bir zalim olabilecekken, bir de mazlum olduktan ve olabilecekken pozisyonlarımızla yaptıklarımızla, davranışlarımızla sınanıyoruz. İster dinsel paradigmaya göre açıklayın, ister sosyal hayatın gerçeği olarak yapın bu dünyada biz doktor mühendis olarak dünyaya gelmedik, çıplak olarak geldik ve çıplak olarak gideceğiz hiçbir şeyi de yanımızda götüremiyoruz. 60-80 senelik hayat gelip geçecek. Filmlerde izliyoruz adam 2 saatliğine kral, 2 saatliğine kapıcı, 2 saatliğine yaver, 2 saatliğine savaş başkomutanı oluyor, 2 saat bittikten sonra hepsi oyuncu, oyun bitince hepsini satranç tahtasının içine koyup kapatıp gidiyorlar, veziri de piyonu da aynı yere koyuyorlar. Dünya hayatı 2 saat değil de 60-80 yıl her ne kadarsa bu rollerin hepsi değişecek dönüşecek ve mutlaka doğa kanunu bu bakın. Eskiler buna sünnetüllah der, hepsi bunların başımızdan geçecek. Ruh sağlığını, fiziksel sağlığını koruyarak, kimseden bir şey dilenmiyorsanız dilenmeyecek kadar, bir şey bulabiliyorsanız bu durum geçecek ve tersine dönecek nasıl mı? Yokluğu tadan varlığı tadacak, varlığı tadanlar da bu dünyada yokluğu tadacak. Sizi pasifisizliğe sevk etmek için söylemiyorum, her türlü mücadeleyi yapın, sonuna kadar ama bilin ki bu geçici, geçmeyen hiçbir şey yok! Bana bir sistem kurmuş o ebedi olan bir tek şey gösterebilir misiniz? Ölmeyen tek kişiyi gösterebilir misiniz? Gücü kaybolmayan tek bir kişi gösterebilir misiniz? Gösteremezsiniz! Böyle bir şey yok!

Ömer Faruk Gergerlioğlu: Vaktimiz de daralıyor. Son olarak bir iki dakika içinde böyle sıkıntılı durumlarda aileler ne yapmalı? Devlet yetkilileri ne yapmalı? Çok kısaca özetleyebilirseniz?

Hasan Herken:Aileler, insanlar veya toplum hiçbir şey sadece dinleyebilseler. Onları anladıklarını onlara hissettirebilseler. Bakın sadece paylaşmakta bile muazzam daralmada azalma. Sesli bir odaya girin, kapatın odayı sesli sesli bağırın çağırın derdinizi anlatın, odaya girdiğiniz ile çıktığınız arasında anksiyete farkı çok bariz düşer. Bakın insanlar ulaşıldığını anlamaları bile yetiyor. Anlaşıldığını anlamaları, dertlerinin paylaşıldığını anlamaları bile yetiyor, bırakın çözüm adına bir şey yapmayı, zaten çözüm adına bir şey yaptığınızda, zaten yapıldığında onu çok bariz görüyorlar. İnsanların bu durumda en çok hissettiği yalnızlık, çaresizlik, çözümsüzlük ve bu durumun ebedi olarak devam edeceğini zannetmeleri hatasına düşüyorlar. Ondan sonra bu tür çözümlere çözüm olmayan şeylere yönelmeye başlıyorlar. Ailelere söyleyebileceğim şey şu; aile olun! Bakın bilimsel çalışmalar gösteriyor; sadece akşam yemeğini beraber yiyip, akşam yemeğinde yarım saat aile başlı başına oturup konuşabiliyorsa madde kullanım sıklığı azalıyor, uyuşturucu kullanımı azalıyor. Sadece akşam yemeğini beraber yiyip gözünün içine bakıp ne yaptığını konuşmaları bile madde kullanım sıklığını azaltıyor tüm faktörlerden bağımsız. Aileler aile gibi olduğu andan itibaren çözüm başlıyor, bu çözümün geçici olduğundan, bu sürecin geçici olabileceğini herkes bir şekilde birbirine telkin edecek zaman zaman kendisi de umutsuzluğa düşse bile biri birbirine bir bakmışsınız süreç geçmiş. 5-6 yıl oldu aynı şiddette devam etmiyor, daha da düzelecek ama bu bizim gayretlerimiz ile olacak ama bunların insafıyla, merhameti ile değil bu zulümü yaratanların mücadele edenlerin gayretiyle olacak. Pasifisize etmek istemiyorum.

Ömer Faruk Gergerlioğlu:Peki hocam çok teşekkür ederim, ikinci bir konuğumuz da olacak onu da yayına alacağız. Çok önemli bir konunun psikiyatrik ve sosyolojik açıdan ergenleri etkileyen boyutlarını açıkladınız, daha farklı boyutları ile bu konuyu değerlendirmeye devam edeceğiz ve sizleri de yine zaman zaman programımıza konuk edeceğiz. Çok teşekkür ediyorum, ağzınıza, yüreğinize sağlık değerli Hasan hocam. Umarız ki bu üzücü olaylar bitsin, biz sizin mesajlarınızı kamuoyuna etkili bir şekilde yansıtacağız. Çok teşekkür ediyorum.

Hasan Herken:Ülkemizin geleceğini çok parlak görüyorum, ben iflah olmaz ümit var birisi olarak söylüyorum ama insani kalitemiz yükselene kadar bu fırında hamız, pişeceğiz inşallah yanmadan pişeceğiz.

Ömer Faruk Gergerlioğlu: Sağ olun. Çok teşekkür ederim hocam zamanınızı bize ayırdığınız için size iyi günler diliyorum. Cüneyt bey hızlıca ne yaşadınız, önemli mağduriyetler yaşadınız, kamusal yargısal önemli mağduriyetler yaşadığınızı biliyorum. Sesinizi duyurmak istiyorsunuz, bir çaresizliğe bir çözümsüzlüğe sizi itmeye çalışan bir hukuksuzluğa itmeye çalışan mekanizma ile karşı karşıyasınız. Kısaca özetle kamuoyuna bu durumu baştan sona anlatır mısınız?

Cüneyt Alphan:Çok teşekkür ederim sayın vekilim. Öncelikle kamuoyu önünde bütün milletimizin huzurunda zat-ı alinize şükranlarımızı sunuyorum. Hakikaten siz tek başına bir savaşan milletvekilimizsiniz. O anlamda ben hem Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hem de tüm dünya toplumunda şansı olduğunu düşünüyorum, sizin gibi bir insanın varlığı bizim için şanstır. Sayın vekilim öncelikle arkadaşlarınız baya ilgilendiler, onları da zorladım. Tekrar teşekkür ederim. Zat-ı alinizin de bildiği gibi hem 28 Şubat davasının mağduruyum hem de TRT’nin mağduruyum. Ayrıca 28 Şubat davası ile ilgili TBMM’ye vermiş olduğunuz önergeden ötürü de yine zat-ı alinize şükranlarımı arz ediyorum, hakikaten minnettarım. Bununla ilgili 28 Şubat ile ilgili gerek Avrupa Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri, Amerika Başkanı Joe Biden mektubunu mahkemeye bildirmiştim. Ayrıca hakkını vermek gerekir ki Sayın Dışişleri Bakanı da Sayın Adalet Bakanı’na yazı yazdı, Sayın Adalet Bakanı’da bu anlamda ilgili mahkemeye gönderdi. TRT olayı ile ilgili de sayın vekilim olayın hem siyasi hem de hukuki boyutu var. Ben şimdiye kadar böyle bir zulüm ve haksızlık görmedim, 28 Şubat ile ilgili arzu ederseniz bu anlamda bir sorunuz varsa cevaplayayım yoksa TRT olayına geçeyim.

Ömer Faruk Gergerlioğlu:28 Şubat ile ilgili çok kısaca ifade edin sonra TRT konusuna geçelim Cüneyt bey.

Cüneyt Alphan:Zat-ı alinizin bildiği gibi 1996 yılında rahmetli Erbakan Başbakan’dı ve ben Diyarbakır’da Televizyonculuk, gazetecilik, programcılık yapıyordum, 25 yıllık gazeteciyim, tüm hayatım boyunca savaşa karşı çıktım, size sempatim bu yönden. Örgütün, ideolojinin borozanı olmadım. Allah’a ve Resulü’ne inanan bir insan olarak yaşamım boyunca birlik beraberliği savundum. Erbakan dedi ki:”Dağdakiler de kardeşimizdir.” Kürt sorunu çözümü ile ilgili. “Onları dağdan indirmeliyiz.”dedi ben gazeteciyim ve Diyarbakır Merkez’de program yapıyorum bende bununla ilgili program yaptım, programa; HADEP, BARO, İHD Temsilcileri ve milletvekilleri katıldılar, program devamında polis baskın yaptı.

Ömer Faruk Gergerlioğlu:Neredeydi program?

Cüneyt Alphan:Program Diyarbakır CAN TV’de.

Ömer Faruk Gergerlioğlu:Ayrıntılı bir şekilde Kürt meselesini konuşuyordunuz.

Cüneyt Alphan:Kürt meselesini konuşuyorduk ve Sayın Erbakan ile ilgili bu açılımını konuşuyorduk. Bir milletvekilimiz Fetullah Erbaş gitmişti, rehineleri getirmişti vs. program 1 saat 10 dakika sürdü, sonrasında polis baskın yaptı. Ben ve konuklarım gözaltına alındık, DGM’ye gittik yargılandık, beraat olduk, beraat olmama rağmen fişlenmişim ve ben hem 1996 yılında SSK’yı kazandım, TRT’yi kazandım, TBMM’de fahri danışmanlık yaparken basın bürosuna alınacağım söylendi, başvuru yaptım tamam denildi ama alınmadım. En son TRT World’e ilk 15’e girdim yine alınmadım bunun üzerine dava açtım ve iş davasında ilk müdahil gazeteciyim. Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi mağduriyetimi onadı. İstinaf mahkemesi benim mağdur olduğuma karar verdi, Yargıtay 16. Ceza Dairesi benim mağdur olduğuma karar verdi, Yargıtay’da bu anlamda mağduriyetimi kesinleştirmiş oldu ancak Ankara 11. İdare Mahkemesi, Ankara 5. ACM kararına, İstinaf kararına, Yargıtay’ın kesinleşmiş kararına rağmen o idare mahkemesi benim 28 Şubat döneminde yapılan fişlemelere hukuka ve yasaya uygun bularak başvurumu reddetti.

Ömer Faruk Gergerlioğlu:28 Şubat fişlemeleri aradan uzun yıllar geçtikten sonra sizi etkiledi. Yargıyı da ayaklar altına alıcı bir şekilde etkilendi diyorsunuz.

Cüneyt Alphan:Kesinlikle sayın vekilim.  En nihayetinde benim yuvam, ben paramparça olduk. Oğlum bensiz büyüdü. İngilizce öğrenmek için elimden geleni yaptım. Ben emek verdim. Türk milleti adına karar veren mahkeme diyor ki; 28 Şubat döneminde yapılan fişleme yasal ve hukuki diyor, sen paşalara, generale ceza veriyorsun bunlar fişleme verdikleri için buna ceza veriyorsun bu cezalar Yargıtay’da kesinleşiyor sen bana gelince bu fişlemenin yasal ve hukuki olduğunu söylüyorsun. Böyle bir adalet yok!

Ömer Faruk Gergerlioğlu:Gördüğünüz gibi Türkiye öylesine hukuksuz bir devlet ki 1996’daki Türkiye’nin önemli sorununu tartışmak, 28 Şubat’ta fişlemeye yol açıyor ve daha sonra insanların hakkının, hukukunun gasp edildiği bir olaya dönüşüyor. Buyrun Cüneyt Bey söz sizde.

Cüneyt Alphan:İstinafa gittik, kararını bekliyoruz. Umuyorum ki bu anlamdaki yerel mahkemenin vermiş olduğu anti-demokratik ve hukuk dışı kararı üst mahkeme bu kararı ile bozar en azından hakların iadesi konusunda hakkı verir. 25 yıldır bu mücadeleyi yaşıyorum. 51 yaşıma geldim, bu yaştan sonra tüm kainatı verseniz dahi çekmiş olduğum acılar geri gelmez. Rahmetli annem kanserdi, 5 yıl boyunca kanserdi. Bir taraftan kursa gidip, yazı yazıyordum. Benim oğlum 21 yaşında. Benim oğlum bensiz büyüdü. Bundan sonraki maddi anlamda hiçbir şeyi karşılamaz ama sonuçta bende zat-ı aliniz gibi Allah’a inanan bir insanım. Elbette ki bu kaderi yaşayacaktım, pişman değilim. Ben ülkem ve halkım adına bunu yaptım ve pişman değilim. Elbette ki insanız acı çekiyoruz, bunu da yaşamış olacağız.

Ömer Faruk Gergerlioğlu:Bu dönemde geçiminizi nasıl sağladınız? Meslek çalışma hakkınız elinizden alındı ne yaptınız?

Cüneyt Alphan:Gazetecilik, televizyonculuk, program yaptım, 14 kitap yazdım. Kitapların dışında özel kurs vermeye çalıştım. Editörlük yaptım. Bu şekilde yaşamımı idame etmeye çalıştım. Hakikaten ülkedeki adaletin olmadığı ve bütün devlet tahammüllerin kalmadığı sonucu. Bir siyasi bir hukuki sonuç var. Ben TRT Kürdi’de çalışıyordum. 2014 yılında TRT Kürdi’de çalışırken orada dış haberlerin editörlüğünü yapıyordum. İngilizce haberlerini Türkçe ve Kürtçe’ye çeviriyordum. Orada katkı sunmaya da çalıştım kuruma fakat dönemin TRT Kürdi Koordinatörü beni sevmiyordu, hatta o zaman sosyal medyada hedef gösterdi. “Sen bunlara niye terörist demiyorsun?” dedi. Ben Allah’a inanan bir insanım, görmediğim insanlara terörist diyemem dedim. Dolayısıyla beni paralelci diye fişlediler, yetmedi editörlükten alındım, en sonunda 2015 Kasım seçimlerinden bir gün sonra işime son verildi. O arada ben 12 Kasım 2014 Saat 14:45’te TRT World’ün açmış olduğu mülakata girdim, TRT Kürdi’de çalışırken. Mülakatta 2005 kişi içinde ilk 15’e girdim ve dönemin TRT World’ün Genel Müdür Yardımcısı İbrahim Eren’in makamında danışmanı Muhammed bana bilgisayarı göstererek; siz 15. Sıradasınız, gözünüz aydın dedi. Ben de mutlu oldum. 2005 kişi sınava giriyor ve bu mücadele sonunda 15. Oluyorsunuz derken atamam olmadı, gecikti. En son Kasım 2015’te seçimlerden 1 gün sonra TRT Kürdi Koordinatörü Mustafa Ekici tarafından işime son verildi ki sayın vekilim ben de hiçbir zaman kesin somut olmadan konuşmam, düşmanım bile olsa belgesiz asla konuşmam. Soruşturmalar açılmıştı. Atamam gecikince dönemin Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ ile görüşüldü. “Cüneyt mağdur oldu, kazandı onun için katkıda bulun.” Dedi. Sn. Bozdağ talimat verdi, Sn. Bozdağ’ın talimatından 10 gün sonra güvenlik soruşturması başlatıldı, evime polisler geldi, güvenlik soruşturması yapıldı yine atanmadım! Bu sefer kuruma CİMER üzerinden başvuruda bulundum. Sayın Cumhurbaşkanı 24 Haziran seçimleri öncesinde Diyarbakır’da bir konuşma yapmıştı, dedi ki: “Kürtlüğünden dolayı mağdur olmuşlarsa bana başvursunlar ben mağduriyeti gidereyim.” Ben de Cumhurbaşkanı’nın bu açıklaması üzerine başvuruda bulundum. Burada ilk başvuran ben oldum derken yine atanmadım sayın vekilim. İlk başvuru Cüneyt Alphan diyor. Atanmayınca dava açtım. Dava açtım ve yerel mahkeme TRT 2005 kişinin katılmış olduğu bu mülakatı inkar etti. Dedi ki: “TRT’de ne böyle bir mülakat yapılmış ne de Cüneyt Alphan diye bir kişi var.” Dedi. TRT sınavı inkar etti, TRT Genel Müdürü sınavı bütün dünyaya ilan etti ve devletin resmi Anadolu Ajansı’ndaki açıklamasında: “Sınav yapıldı, mülakat yapıldı.” Dedi. Mahkeme TRT’den kaç kişi katıldı, kaç kişi sınava girdi vs. TRT mahkemeye bilgi vermedi, bu da mahkemenin ara kararı. HDP Grup Başkanvekili Sayın Mithat Sancar, Sayın Numan Kurtulmuş ile görüştü ve Numan Kurtulmuş: “Cüneyt kanalda Kürtçülük yapmış.” Dedi, siz TRT Kürdi’de çalışıyorsunuz ve Kürtçülük yapıyorsunuz. Sayın Mithat Sancar, Sayın Numan Kurtulmuş da sağdır, yaşıyorlar. Numan Kurtulmuş ile diğer vekillerimiz görüştüler. Özetle TRT beni fişlemiş ve fişlemeden ötürü hem sınavı inkar etti, hem bütün haklarımı inkar etti. Siz Türkiye Cumhuriyeti Devleti Anayasa kuruluşusun ve bu Anayasal kuruluşunda 2005 kişinin katıldığı sınavı inkar ediyorsunuz. “Cüneyt gözünün üzerinde kaşın var.” Dersen anlarım. “Kürtsün.” Deseler anlarım, soruşturma olumsuz geldi yine anlarım ama bunu tüm dünyaya hem ilan edip hem inkar etmek bir devletin ciddiyetine uyuşmaz, bir devletin adabına uyuşmaz ve bu suçtur. Çok teşekkür ederim. Sayın Cumhurbaşkanı’na tüm muhataplara çağrıda bulunuyorum. 28 Şubat ile ilgili bana yapılan zulmün giderilmesini talep ediyorum, her türlü belgeye hazırım. Sayın vekilim TRT diyor ki: “Sınav yapılmadı.” Mülakat komisyonu başkanı mülakatımı yapan İskender Bayrak’tır. TRT’de komisyon mülakatta sınavımı yapan İskender Bayrak’tır, İskender Bayrak 15 dakika benimle İngilizce, 15 dakika Türkçe konuştu ve hayırlı olsun dedi. Beni inkar ettiniz, yok saydınız. İskender Bayrak’ı nasıl yok edeceksiniz?  Mülakatımı yapan İskender Bayrak ve TRT Genel Müdürü diyor ki: “Bu adam sınava katılmamış. Bu insan TRT’de çalışmamıştır.” Diyor. Genelde sosyal medyada espri yapmayı seven biriyim. İnsanları bunaltmak istemem kendi sorunlarımla. Bende bir espri yaptım Facebook’da. Dedim ki: “Sayın seyirciler benim için very important olan bir mülakata kaldım, tüm sevenlerimin dualarını çeşme başında beklerim. Bu mülakatı geçersem işte o zaman bulaşık belasından kurtulurum.” Diye bir espri yaptım. Mahkeme diyor ki: “Cüneyt Alphan herhangi bir belge sunamamıştır sınava katıldığına dair, tek bir belge sunmuştur o da Facebook belgesidir.” Diyor. Ben bunu espri olsun diye söyledim, o kadar belge verdim mahkemeye, şahit verdim, on şahidim var onu verdik, mahkeme şahidi kabul etmedi.

Ömer Faruk Gergerlioğlu:Cüneyt bey çok ağır haksızlıklar ile karşı karşıyasınız. Maalesef ki hukuksuz bir ülke, kendisini hukuk devleti olarak ilan etmeye çalışıyor ama vatandaşı ile uğraşan, vatandaşını fişleyen, vatandaşının hakkını gasp eden bir anlayış ile karşı karşıyayız. Biz bugün sesinize tercüman olmaya çalıştık ve sizinle ilgili soru önergemizle de devlet kayıtlarında, devlet arşivlerinde böyle bir haksızlığın olduğunun kaydını düşmüş olduk, sesinizi ÖFG TV’den yükseltmemizi sağlamış olduk. Çok teşekkür ediyoruz. Mücadelenizde yanınızdayız.

Cüneyt Alphan: Ben de çok teşekkür ederim. Şahsım için değil tüm mağdurlar adına bu ülkede milyonlarca mağdurlar adına vermiş olduğunuz savaştan, mücadeleden ötürü şükranlarımı arz ederim. Çok teşekkürler.

Ömer Faruk Gergerlioğlu:Değerli izlyenler bugün de ÖFG TV’nin sonuna geldik. Gençlerin intiharları konusunda Prof. Dr. Hasan Herken hocamızla konuştuk, yine bu konuda ayrıntılı bir mütalaa tartışma yaptık ve bunun devam da etmesi gerekiyor. Bizim en büyük kaygımız böyle acılarımız oldu ama bundan sonra gençler bütün sıkıntılar, depresyonlar ve intiharlar yaşamasın. Ayrıca bireysel olarak Cüneyt Alphan ağır mağduriyetleri yaşadı ama bu toplumun aynası, onun gibi binlerce, milyonlarca insan çeşitli kimliklere sahip olduğu için ağır hak ihlalleri yaşadı onun en başında da Kürt kimliği geliyordu. Cüneyt Alphan Kürt meselesindeki haksızlığın vurgulanması ve yaptığı bir çalışmadan dolayı ağır bir şekilde fişlendi ve hayatını etkiledi. Biz bunu Meclis’te de gündeme getirdik, şu anda ÖFG TV’de de gündeme getirerek kamuoyunun dikkatlerine sunmuş oluyoruz. Haftaya yine inşallah buluşacağız, haftaya Salı günü saat 21.00’de sizlerle birlikte olana kadar hepinize hayırlı akşamlar diliyorum, hoşçakalın.

Yorumlar