Artı Gerçek – İrfan Aktan

Yürürlükten kaldırılmazsa korkunç sonuçlar yaratabilecek bir felaket kapısı, yargı sonrası yargı mekanizması olarak Cezaevi İdare ve Gözlem Kurulları. Kimse de çıkıp ‘bu felakettir’ demiyor.

Frank Daborant’ın Türkiye’de Esaretin Bedeli ismiyle bilinen filminde Morgan Freeman’ın canlandırdığı Ellis Boyd Redding isimli mahpus, tahliye dilekçelerini sunduğu cezaevi kurulunun “ıslah oldun mu” sorusuna her “evet” dediğinde, talebi reddedilir. Hapiste yıllar geçip de Redding artık tamamen umudunu kaybederek, mahpusluğa boyun eğerek “ıslah oldun mu” sorusuna “hayır” yanıtı verince ancak, gerçekten ıslah olduğuna karar verilir ve tahliye edilir. 

Pandemide “cezaevlerini rahatlatmak için” çıkarılan afla birlikte kabul edilen yeni bir yönetmelik üzerinden Türkiye’de tam da böyle bir felaket uygulama başlatılmış durumda. Bu yönetmeliğin mantığı, tıpkı filmdeki gibi, yargı sonrası yargı. Yani mahkemede yargılanmışsınız, ceza almışsınız, hapiste o cezayı çekmişsiniz ama tahliye zamanınız geldiğinde tekrar “mahkeme” gibi bir kurulun karşısına çıkıyorsunuz.

Tahliye zamanı gelen mahpusların mahkeme gibi yargı dağıtan ve mahpusların salıverilip verilmemesine karar veren, “ıslah olmadığına” inanılan “baş eğmemiş” mahpusları hapiste tutarak onlara cesaretlerinin bedelini ödeten bir felaket mekanizmasından bahsediyoruz.

Biliyoruz, “cezaevi” kelimesiyle başlayan hiçbir cümlenin devamı dinlenmiyor, hakkındaki haberler okunmuyor, paylaşılmıyor bile. Cezaevleri yaşadığımız dünyanın dışında, bir nevi “sanal” hikâyelerin döndüğü, herkesin ezberinde, sonu merak bile edilmeyen Kafkaesk bir film gibi algılanıyor. 

CEZAEVLERİN YÜKÜNÜ MAHPUSLARIN SIRTINA BIRAKMAK

Toplumun ve muhalefetin cezaevilerine duyarlılığının önünde, devletin hapishanelerin etrafına ördüğü duvarlardan çok daha kalın, çok daha yüksek duvarlar örülmüş durumda. Bu duvarların mimarı sadece iktidar değil, “gözden ırak” olanı gönülden de uzak tutan muhalefetin kendisi de. 

Marmara Tutuklu ve Hükümlü Aileleri Dayanışma Derneği (MATUHAY) eşbaşkanı Nesim Özkan, geçtiğimiz günlerde yaptığımız söyleşide “cezaevlerinde korkunç şeyler oluyor” demişti.

Özkan şöyle diyordu: “Cezaevlerinin yükünü sadece hapistekilerin ve onların ailelerinin sırtına bırakırsak, oradan cenazeler çıkmaya devam eder.

Toplumsal dayanışmayı yaratacak olan muhalefet ise seçim sath-ı mailine girilmişken, bugünkü cezaevlerinde yaşanan korkunç olayları, hukuk dışı uygulamaları, dahası etkileri yeni yeni görülen “yargı sonrası yargı” mekanizması olan Cezaevi İdare ve Gözlem Kurulları”nı temel gündem haline getirmiyor bile.

Sanırsınız TBMM çatısı altında cezaevleri sorunlarına sistematik olarak eğilmek CHP’den Sezgin Tanrıkulu ve HDP’den Ömer Faruk Gergerlioğlu dışında tüm milletvekillerine yasaklı ilan edilmiş. 

Elbette Tanrıkulu ve Gergerlioğlu dışında da hapishanelerde yaşanan ihlaller konusunda çaba sarfeden milletvekilleri var. Fakat bu çabalar bütünlüklü bir siyasi mücadeleye dönüştürülmediği için hapishanelerden çıkan iniltiler dışarıda yankı uyandırmıyor. 

Kemal Kılıçdaroğlu son Diyarbakır ziyareti esnasında 1980’lerin Diyarbakır Cezaevi’ne, orada yapılan vahşete dikkat çekti, buranın insan hakları müzesi yapılması gerektiğini söyledi, o cehennemi yaşamış eski mahpuslarla görüştü. “Diyarbakır Hapishanesi’ndeki işkenceler unutulmadı” dedi Kılıçdaroğlu. Peki ya bugünkü işkenceler? Peki ya bugün ülke sathına yayılmış Diyarbakır Cezaevi pratikleri? Peki ya bugün sayısız hapishanede dirilmiş olan Esat Oktay Yıldıran ruhu? 

Nesim Özkan, “1980lerde cezaevlerinde uygulanan vahşetin yöntemleri değişmiş olabilir ama anlayış, zihniyet, mahpusa yaklaşım değişmemiştir. 12 Eylül döneminde Diyarbakır Cezaevindeki yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran’ın zihniyeti şu anda uygulanıyor” diyordu. 

Özkan’ın işaret ettiği “yöntem değişikliklerinden” en korkunç olanı da Koronavirüs salgını dolayısıyla çıkarılan yeni bir yönetmelik. 

YA TESLİMİYET YA MAHKUMİYET

Salgın döneminde “cezaevlerini rahatlatmak için” çıkarılan “Çakıcı affı” düzenlemesinin içine, bir an önce yürürlükten kaldırılmaması halinde korkunç sonuçlar yaratabilecek bir zehirli tohum da ekildi. 

29 Aralık 2020 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanıp yürürlüğe giren “Gözlem ve Sınıflandırma Merkezleri ile Hükümlülerin Değerlendirilmesine Dair Yönetmelik” ile oluşturulan “İdare ve Gözlem Kurulları”, zaten adil olmayan mahkemelerde yargılanıp hapse konmuş insanların önüne, bu sefer de hapisten çıkmak için yeni bir “mahkeme” oldu. 

Peki bu yargı sonrası yargı nasıl işliyor? Aslında yönetmelikte son derece net ifadeler var. 

Okuyucunun zamanını alma pahasına yönetmeliğin “i” bendindeki “İyi hâllilik” hükmünü aktaralım: 

Hükümlü hakkında ceza infaz kurumlarında bulundukları tüm aşamalarda, ceza infaz kurumlarının düzen ve güvenliği amacıyla konulmuş kurallara uyup uymadığı, haklarını iyi niyetle kullanıp kullanmadığı, yükümlülükleri eksiksiz yerine getirip getirmediği, uygulanan iyileştirme programlarına göre toplumla bütünleşmeye hazır olup olmadığı, tekrar suç işleme ve mağdura veya başkalarına zarar verme riskinin düşük olup olmadığına ilişkin olarak yapılacak işlemlerde; katıldığı eğitim-öğretim ve iyileştirme programları ile sosyal ve sportif faaliyetler, kültür ve sanat programları, aldığı sertifikalar, kitap okuma alışkanlığı, diğer hükümlü ve tutuklular ile ceza infaz kurumu görevlileri ve dışarıyla olan ilişkileri, işlediği suçtan dolayı duyduğu pişmanlığı, ceza infaz kurumu kuralları ile kurum bünyesindeki çalışma kurallarına uyumu, aldığı ödüller ve disiplin cezaları dikkate alınmak suretiyle idare ve gözlem kurulunca yapılan ve iyileşme düzeyini gösteren değerlendirmeyi…”

Bu paragrafın meali şu: İradesini mutlak biçimde teslim etmemiş olanlar tahliye edilmeyecek. 

Bu, hapishanede en ufak bir hak talebinde bulunmayacak, en ufak bir itiraz belirtisi göstermeyecek, çıt bile çıkarmayacaksınız demek. 

12 Eylül’de Diyarbakır Cezaevi’nde yatan mahpuslara bile uygulanmamıştı bu. 

Dahası, yönetmelikteki hükümler, tahliyeye karar verecek kurul üyelerinin ideolojik tabiyetine, keyfine, hatta karşılarına çıkan mahpusun o andaki hâl ve hareketlerine bile tâbi. 

“İÇERİDE 6 AY DAHA KALMAM GEREKİYORMUŞ”

Örnekler yüzlerce ama birkaçını aktaralım. 

“Örgüt üyesi olmak”, “örgüt propagandası yapmak” ve “patlayıcı madde bulundurmak” suçlamasıyla 12 yıl 6 ay hapis cezası verilen Hasan Çelik, tutulduğu Antalya S Tipi Kapalı Cezaevi’nde cezasını tamamladı, ancak Cezaevi İdare ve Gözlem Kurulu’nun kararını hakimlik kaldırılması rağmen tahliye edilmedi. Avukatı Ebedin Altınkaynak mahkemeye itiraz edince, mahkeme kurul kararının kaldırılmasını istedi. Bunun üzerine “yargı sonrası yargı” mekanizması olan Cezaevi Kurulu 20 Ocak 2022’de tekrar toplandı ve Çelik’ten “bağımsızlar koğuşuna” gitmesini istedi. Cezasını yatmış olan Çelik bunu kabul etmeyince, “örgütle bağını kesmediği” gerekçesiyle tahliyesi 3 ay ertelendi.

30 yılı aşkın süredir cezaevinde bulunan Fadıl Aydemir örneğin, Şubat ayında tahliye olacaktı. O da söz konusu kurulun karşısına çıkarıldı. İddiaya göre kendisine “Kürt sorunu var mıdır”, “Kürt müsün” gibi sorular soruldu. Aydemir “Evet Kürdüm ve Kürt sorunu vardır. Burada olmam Kürt sorunun kanıtıdır ve Kürdüm” dedi. Tahliyesi 6 ay ertelendi.

Gazeteci Hüseyin Aykol’un 13 Mart tarihli yazısında yer verdiği Van F Tipi Cezaevi’nde bulunan M. Zeki İlmin’in mektubundaki ifadelere bakalım: “Batman’da 7 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldım. 15 Ocak 2022 günü infazı tamamlanan ‘mahkumiyetim’ başka cezaevlerinde bulunan arkadaşlara da uygulanan tahliyenin ertelenmesi uygulaması yüzünden yeterli olmadı. Bana tebliğ edilen karara göre içeride 6 ay daha kalmam gerekiyormuş.”

Yani söz konusu kurul, cezasını çekip bitiren mahpuslardan hâlâ teslimiyet bekliyor, bunun aksi tutum sergileyen, fikirlerini, itirazlarını cesaretle dile getiren mahpusları içeride tutuyor. 

HAPİSTEN ÇIKIP ÇIKAMAYACAĞINI BİLEMEMEKLE SINANMAK

Salgın dönemindeki karantina süreçlerinde insanlar sokağa çıkamasa bile apartmanın bahçesine inebiliyor, güneş alabiliyor, evlerinde istedikleri gibi yaşayabiliyor, alışverişlerini yapıp yakınlarıyla sesli veya görüntülü olarak saatlerce konuşabiliyor, sağlık sorunu yaşadıklarında hekimlere, ilaçlara erişebiliyordu. Fakat buna rağmen “Korona sonrası psikolojik bir salgın mı var?” sorusuna dair basında çıkan uzman görüşlerinin haddi hesabı yok. Salgın döneminde kısmî olarak evinden çıkamayan insanların hem ruhsal hem de bedensel olarak ciddi sorunlar yaşadığını hekimler, psikologlar, psikiyatrlar tespit ediyor ve bu konuda uyarılarda bulunuyor. 

Kısa süreli kapatmalar bile insanlar üzerinden bedensel ve ruhsal tahribatlara neden olurken, yıllardır hapishanede bulunan ve insanların karantina günlerinde eriştiği “olanakların” milyonda birine bile erişemeyen mahpuslar, şimdi de yatacağı süre tamamlansa bile hapisten çıkıp çıkamayacağını bilememekle sınanıyor. Oysa AİHM’in “Tahliye umudu olmayan hapis cezası hak ihlalidir” kararı pekâlâ bu fecaat için de geçerli olabilir.

Fakat kimse de çıkıp “bu bir felakettir” demiyor. Çünkü bu, oyları seçim sonucunu belirlemeyecek kadar az mahpus yakınının ve dayatılan teslimiyeti reddetme cesaretinin bedelini ödeyen mahpusların felaketidir.

Yorumlar