4 Nisan 2023

ÖFG TV’den herkese merhaba her hafta Salı günü saat 21.00’da haftanın önemli insan hakları konuları ve konukları ile sizlere sunduğumuz programımıza başlıyoruz.

Bu hafta yine önemli bir konu, belki tarım ve hayvancılık insan hakları konusu ilk planda görünmüyor gibi görünüyor ama insanların temel gıda ürünlerine ulaşımı ve bunları hak etmesi, bu haklarının gasp edilip edilmediği ile ilgili hususlar da son derece önemli.

İşte biz bu konuyu son günlerde zirveye çıkan ve Meclis’in ana gündem maddesi olan bu konuyu bugün Yeniyaşam Gazetesi Tarım Yazarı Sn. Abdullah Aysu ile görüşeceğiz. Aysu aynı zamanda bir çiftçi ve uzun süredir tarım ve hayvancılık üzerinde yazıyor.

Bugün Türkiye’nin gündeminde olan tarım ve hayvancılık ile ilgili büyük iflası konuşacağız. Soğanın 30 TL olduğu, kıymanın kilosunun 335 TL’yi bulduğu, peynirin 270 TL’yi bulduğu, sütün fahiş fiyatlara ulaştığı bir zaman diliminde yoksul halk çok zor durumda ve sadece yoksulları değil, orta direği ve halkın her kesimini ilgilendiren büyük bir sıkıntı tablosu var ortada. Neden buralara geldik? Sıradan bir temel gıda olan soğanın 30 TL olması ve diğer temel gıdaların bu denli yüksek fiyatlara ulaşması, tarımın, hayvancılığın bitişine nasıl geldik?

Abdullah Aysu: Genel olarak Türkiye’de hemen hemen herkes tarımdan söz etmeye başladığı zaman tarım ve hayvancılık diye başlıyor. Oysaki tarımın tanımı bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliğinin bir arada yapıldığı işin adı. Hayvancılık bir alt başlık dolayısıyla bunu birbirimizden ayırdığımız andan itibaren esasında tarımı birbirinden ayırıyoruz çünkü ikisinin girdileri ve çıktılarını birbirine kullanamıyoruz, kullanamadığımız zaman da bunu şirketlerden temin etme ve sağlamak durumunda kalıyoruz. Oysaki hayvanın gübresini tarlada, tarlanın da ürününü hayvan için kullandığımızda şirketlere muhtaç olmadan daha sağlıklı bir ürün ürütmemiz mümkün olur. Birleşmiş Milletler’de 3 yıl önce çok ciddi bir tartışma yapıldığı ve tartışmanın sonucunda da gerçekten köylü ve köyde yaşayan insanların hakları diye 29 maddelik bir bildirge kabul edildi ve burada Türkiye çekimser kaldı ve diğer ülkelerin çoğunluğu burada olumlu tavır koydu. Çiftçilerin ve köylülerin sağlıklı bir ortamda yaşama ve üretme haklarının olduğunun altını çizmek isterim. Bizim gibi ülkelerde de bu kabul edildikten sonra artık Meclis’te bir yasa haline getirip iç hukuk haline dönüştürüp bunu uygulamak gerekiyor. Bu da siyasetçilerin önünde önemli bir görev olarak duruyor. Gıda krizinin kendisini 5 ana başlıkta, 5 ana kolon ile tespit etmek mümkün. Ana kolonların da birçok prangalar var onu besleyen ve destekleyen. 1.’si çiftçiler için olmazsa olmaz olan üretim girdileri var. Bu üretim girdilerini kendisini kısaca tohum, gübre, ilaç, mazot, yem, fide, fidan gibi üretim girdilerini ele aldığımızda sorunun nereden kaynaklandığını rahat biçimde görüyoruz. Tohumu genel olarak 1982’den bu yana tamamen dışarıya açtık ve kamuyu devre dışı bıraktık. Kamuyu devre dışı bıraktıktan sonra da tohumu dışarıdan satın almaya başladığımızda bizim dövize ihtiyacımız oluştu tohum konusunda. Gübre konusunda aynı şekilde gübre fabrikalarımızı özelleştirdik, özelleştirince gübrenin ham maddesi olan kendisinin %90’a yakını dışarıdan sağlanıyor. Üretim girdisi olan mazotun tamamı dışarıdan sağlanıyor ve yemin yaklaşık olarak maliyetin %60-70’idir hayvancılıkta. Yemin de hammaddesinin %65’ini dışarıdan temin etmek durumundayız, kendimiz bu konularda yeterli değiliz. Böyle olunca ülkeyi iyi yönetmek lazım, dövizi ona göre düzenlemek lazım. Eğer ülkeyi yönetemiyorsanız, eğer Türk parası döviz karşısında sürekli değer kaybediyorsa o zaman siz bu üretim girdilerini ister istemez pahalı vermek durumunda kalırsınız. İkincisi bu konuda kamu iktisadi teşebbüslerini yeniden canlandırmanız lazım. Sizin tohum için devlet üretme çiftlikleri olan TİGEM’leri devreye sokup gerçek anlamda hem ıslah hem yerel tohumları bölgelere uygun bir biçimde bunları sağlamanız lazım. Aynı şekilde gübre ile ilgili öncelikle hayvancılığa ağırlık verip hayvan yetiştiriciliğine ağırlık verip mera hayvancılığını esas alıp buradan sağlanan gübreleri bitkisel üretimde kullanmanız halinde önemli bir ihtiyaca yanıt üretmiş olursunuz ve bu yetmeyecektir. Yetmediği yerlerde de kendi gübre fabrikalarınızı kurup piyasayı regüle edecek düzenleyecek bir yapıyı sağlamanız lazım. Mazot konusunda ülke yönetiminin iyi yönetilmesi ve bununla ilgili bir sorunu ortadan kaldıracak olan destekleme politikalarını gündeme getirmeniz lazım. Yem konusunda da dışarıdan yem hammaddesi temin etmek yerine meraların ıslah edilerek hayvan yetiştiricilerine açılması ve buradan mera hayvancılığı yaparak aynı zamanda hem sağlıklı ürün hem bedava yem sağlama yoluna gidildiğinde tüm bu fiyatlar otomatik olarak aşağı düşecektir. Türkiye’de çok açık net ifade edeyim Türkiye’de tarım desteklenmiyor! Destekleme politikaları uygulanmalı. Her yıl bütçeye destek konuluyor ve bu destek üzerinden sanki bir destek yapılıyormuş gibi bir yanılsama yaratılıyor. Esasında bir destek yapılmıyor! Yapılan desteklerin hiçbiri yeterli değil. Gayri Safi Milli Hasıla’nın %1’ini tarım desteklerine ayırmak gerekirken şu anda çiftçinin o kanunun uygulanması halinde 250 Milyar TL civarında bir alacağı var. Çiftçinin aynı zamanda hem piyasaya hem bankalara yaklaşık 250 Milyar TL bir borcu var. Bu borç nasıl oluşuyor? Destekleri yeterli vermeyerek, destekleri zamanında vermeyerek. 2021 yılının desteğini siz 2022’de veriyorsanız onun tarıma bir yararı yok. Çiftçi bu dönemde mutlak surette gidip bankanın eline düşüyor, bankanın eline düştüğünde de sürekli banka ona faiz işletiyor ama sizin devletten 1 yıl önce almanız gereken desteğin üzerinde faiz işletilmediği için siz bir yandan hem 1 yıl geç alarak devleti desteklemiş oluyorsunuz aynı zamanda bankaları desteklemiş oluyorsunuz verdiğiniz faiz ile. Dolayısıyla burada iki kesim otomatik olarak çiftçinin üzerinde destek adı altında alması gereken o parayı alamadığı için otomatik olarak iki tarafı desteklemek durumunda kalıyor ve bunun için de mutlak surette desteği para olarak değil doğrudan üretim girdisi olarak vermek lazım. İstanbul Büyükşehir Belediyesi bunu çok iyi yapıyor. Para yerine ayçiçeği tohumu dağıtıyor, mısır tohumu dağıtıyor, yemin kendisini doğrudan veriyor, mazotun kendisini doğrudan dağıtıyor, böyle olunca hem arada kaçak göçek olmaz hem doğrudan o kaynakların kendisi tarımda kullanabiliyor olacaktır. Mutlaka bunu yapmak lazım.

Ömer Faruk Gergerlioğlu:Üretim girdilerinin bir tabi döngü içinde gerçekleşmesi gerektiğini söylediniz. Bu niye gerçekleşmiyor? Ülkemiz çok geniş bir coğrafyaya sahip, tarım alanları çok yoğun, 4 mevsim bir arada yaşanıyor, tabiat tarıma son derece uygun. İnsanlarımız tarımı seviyor, binlerce yıldır bu topraklarda tarım yapılmış. Ne oldu da son 30-40 yılda bu döngü bitti? Dışarıdan tohuma, diğer malzemelere ihtiyaç hissedildi! Bir yerde yanlışlık yapıldı herhalde. Destekleme alımları meselesindeki eksiklikleri söylediniz ama şu da var; bu destekleme meselesi de Türkiye’de biliyorsunuz çok kötü bir şekilde kullanıldı, kullanılıyor. Sahtekarlık yönünde kullanıldı maalesef, gerçek anlamı ile kullanılamıyor, büyük bir rantiye olayına dönüşebiliyor yer yer.

Abdullah Aysu:24 Ocak 1980 kararları ile birlikte Türkiye başka bir yörüngeye girdi en fazla da tarım girdi. Türkiye’de hep söz ederiz, tarım ülkesidir, kendi kendine yeten 7 ülkeden birisidir denilir maalesef bu da yanlış anlaşılıyor, temel gıda maddelerinde kendine yeterli hiçbir ülke kendisine gıda konusunda mümkün değil iklim ve bölge coğrafi durum itibariyle. Türkiye’de 1980’den sonra direksiyon serbest piyasaya doğru kırıldı ve özelleştirmeler başladı. İlk özelleştirmeler DYP-SHP döneminde et balık kurumu, süt enstitüsü kurumu ve yem sanayi özelleştirildi. O dönemde Türkiye’nin nüfusu 45 Milyon civarındaydı ve hayvan sayısı 83 milyon 400 bin civarındaydı. Ortalama olarak insan başına 2 hayvan düşen bir pozisyondaydık 1983 yılında. Bugün nüfusumuz 85 milyon civarında ama hayvan sayımız 50 milyon. Yaklaşık olarak demek ki 2 kişiye 1 hayvan düşüyor. Bu oradaki yapılan et balık ve yem sanayinin özelleştirilmesi sonrası o yem fabrikalarını satın alan şirketlerin yem fiyatlarını yükseltmesi şehirlerin de süt enstitü kurumlarını alan ve bunlar piyasayı düzenleyen kurumlardı, bunlar ortadan kalkınca piyasa tamamen şirketlere kaldı ve süt piyasasını ele geçiren 5 şirket sütün fiyatını düşürdü. Üretim girdisi olan yemin fiyatını yükseltti ama çiftçinin üretmiş olduğu sütün alım fiyatını düşürdü. Bunun üzerine hayvancılık söndü. Hayvancılık sönünce mera konusunda yeterli bir alan açılmayıp ve meralar ıslah edilmeyince yemcilerin eline düşüldü bu sefer de yem hammaddesi Türkiye’de yeterli olmadığı için dışarıdan satın almak gerekti. Üretimin kendisini arttırmak ve geliştirmek yerine tam tersine çiftçilere ders olsun diye ve tüketiciler de daha ucuz tüketsin diye ithalatı esas aldılar ve ithalatçılığı esas alınca da bu sefer hem hayvan yetiştiriciliği konusunda 2010’dan itibaren çok yoğun bir biçimde ithalat yapıldı ve bu içerideki hayvan yetiştiricilerine bir darbe oldu. Bitkisel üretimde de tam hasat dönemlerinde fiyatların belirleneceği, çiftçinin ürünleri alacağı ve 8-9 ay gözüne baktığı, harcama yaptığı ürünü alıp değerlendirip fiyatının da yüksek biçimde belirleyip ailesini geçindirecek durumda olması gerektiği hasat döneminde ithalat yapılarak fiyatlar baskılandı dolayısıyla hem bitkisel üretimde hem de hayvan yetiştiriciliği bu şekilde çökmeye başladı. Bu çökmenin karşısında yeterli destek alamayınca telafi edemeyince çökme olayını desteklerle bu sefer yaklaşık olarak 3.5 milyon hektar Belçika arazisi büyüklüğünde bir arazi Türkiye’de ekilemez oldu.

Ömer Faruk Gergerlioğlu:Aniden dengenin bozulması, piyasa ekonomisine geçilmesi nedeniyle 1983-2023 40 yılda normalde bir kişiye 2 hayvan düşerken son durumda 40 yıl sonra iki kişiye 1 hayvan düşen bir tablonun olduğunu söylüyorsunuz. Peki burada şunu da sormak isterim bu politikaları üretenler şunu söylediler dediler ki: “Artık modern bir çağdayız, eski ilkel tarım metotları uygulanmıyor, dünyaya muhtacız, dünyaya da açılmak zorundayız. Gübreyi, yemi dışarıdan ister istemez alacağız. Kendi kendimize yetemeyeceğiz, bu iş böyledir. Bu işin önünde duramazsınız.” Denildi. Bunlar doğru muydu? Bunlar yapılmasaydı Türkiye kendi kendine yetip devranı döndürebilir miydi? Üretim girdilerini çark içinde tabi bir şekilde halledebilir miydi?

Abdullah Aysu:Türkiye’nin potansiyeli şu andaki halen bu kadar tahrip edilmiş olmasına rağmen potansiyeli 1.5 Türkiye’yi besleyebilecek bir kapasitededir. Dolayısıyla böyle bir sorunun şu anda yaşıyor olmasının birçok nedenlerinden birisi iyi yönetememek. Çiftçiden yana değil şirketlerden yana bir tercih kullanmak. Esas belirleyici olan bu politikaları uygulamaya mecbur olmaları. Neden mecburlar? Çünkü 1994 yılında Marakeş’teki Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması toplantısından sonra Dünya Ticaret Örgütü kuruldu. Dünya Ticaret Örgütü kurulduğunda o zaman birçok atılan imza birçok anlaşma için atılmış sayıldı. Bunlar; Nama Sanayi Anlaşması, TRIPS Fikri Mülkiyetler Anlaşması, GATT Hizmetler Anlaşması gibi buraya imza atan ülkeler şunu kabul etti; “Biz serbest piyasayı kabul ediyoruz ve gümrüklerimizi sıfırlayacağız.” aslında biz arada diyoruz ya gümrükler sıfırlanıyor diye sıfırlanmama yetkisi yok. Sıfırlanmama yetkisi; eğer siz sıfırlanmamak istiyorsanız dersiniz ki: “Ben ülke olarak tarım anlaşmasından imzamı geri çekiyorum. Diğer anlaşmalarda kalıyorum bundan çekiyorum.” Dersiniz ve ülkenin o zaman ihtiyacı olan kendine yeterliliği ve tarımını da istediğiniz gibi destekleyebilirsiniz. Orada tarımı istediğiniz gibi destekleme izni de verilmiyor. Dolayısıyla böyle bir dış dinamikler var. Bu dış dinamiklerin kendisini de bir düzene sokmak gerekiyor beraberinde ve biz bunu sadece hayvancılıkta örnek verdim ama aynı şekilde DSP-MHP-ANAP koalisyonu döneminde de Tütün Yasası, Şeker Yasası, Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri Yasası, Ziraat Bankası ile ilgili düzenlemeler, Toprak Mahsulleri Ofisi ile ilgili düzenlemeler yapılarak aslında aşamalı bir biçimde çok aşamalı ve net bir biçimde bugüne kadar tarımın omurgası kırıla kırıla yol alındı. En son 5553 Sayılı Yasa ile tohumculuk yasası ile de sen kendi yerel tohumlarını üretip satamazsın noktası ile de tamamen dışa bağımlı hale tarım getirilmiş oldu. Bir başka bugünkü yaşadığımız soruna gelecek olursak bugünkü sorunun ana nedenlerinden birisi de tedarik zincirinin yanlış olması. Çiftçi üretiyor ama bunu doğrudan tüketici ile buluşturamıyor. Tarlasındayken tüccar gelip satın alıyor. O tüccar aldığı o ürünü götürüp herhangi bir yerde satma yetkisi yok, en yakın hale götürmesi lazım. O hal de diğer komisyoncu alır ve o komisyoncu esas olarak o ürünün gideceği ile götürür. O ilde de tekrar hale girmesi zorundadır. Oradan o halden çıktıktan sonra da manava veya markete gider. Dolayısıyla mesafe uzuyor, mesafe uzadığında bu süre içerisinde kaybedilen zamandan dolayı ciddi bir israf meydana geliyor. Diyelim ki 10 ton ile yola çıkıyorsunuz ama o çürüğü çarığı ile süre içerisinde 8 tona düşüyor. İkincisi bu süre içerisinde her aşamasında, her girdiği durakta bir vergi yükleniyor fiyatın üzerine. Devlet vergisini yüklüyor, belediyeler ekliyor, şirketler de karını ekliyor üzerine. Dolayısıyla 1 TL olarak yola çıkan domatesimiz manava geldiğinde 12 TL oluyor. Bu tedarik zincirinin yeniden düzenleme ihtiyacı var. Tedarik zincirinin kendisini üretici ile tüketici doğrudan buluşturacak bir yapıya ihtiyaç var. Bunun en iyi yapısı bir üreticilerin kooperatif çatısı altında organize edilmesi, kentteki tüketicilerin de tüketim kooperatiflerinde örgütlenerek bir yandan toplum örgütlü hale gelirken diğer yandan aradan aracı çıkartıp doğrudan buluşturma ve ne yediğini ve nereden kimden alındığını bile bildiği bir ürünü sağlıklı bir üründe tüketime doğru yol alabiliriz yoksa bu fiyatları başka bir yöntemle durdurmanın mümkünü yok. Bakın seçim öncesi çadır tanzim satışları yapıldı. Seçim bitti çadırların hepsi kalktı. Şimdi tarım kredinin marketlerinde benzer uygulama, üstü kapalı fiyatlarla oynamaya başladılar. Bunlar hem geçicidir, hem de yine sorunun krizin kendisinin çiftçiye yıkılmasıdır. Tarım Kredi Kooperatifi çiftçinin kooperatifidir ama karar vericisi hükümet! “Şunu satacaksın, bunu satacaksın. Şu kadar market açacaksın. Bunun fiyatını şöyle satacaksın.” Ama zarar ediyor! Zarar edince kim ödeyecek? Çiftçinin sırtından gidiyor! Çiftçi orası zarar etmese kar etse o Tarım Kredi Kooperatifi’nden daha ucuza kredi sağlayacak, daha fazla kredi sağlayabilecek ve dolayısıyla tarımını da daha borçlanmadan ve daha fazla ürün üretmiş olacak ve üretim şekli ortadan kalkmamış olacak. Bunun için bu tedarik zincirinin yeniden düzenlemesi ve palyatif durumlarda mutlak surette çıkartmak gerekiyor. Üretim planlaması yok. Üretim planlaması olmadığı için de soğan 30 TL oldu, seneye herkes soğan ekmeye başlayacaktır veya patates ekmeye başlayacaktır. Bunun birçok zararı var, bu sefer önümüzdeki yıl arz fazlası olacak, arz fazlası olunca da fiyatlar düşecek. Aynı zamanda buradan kazanıyoruz diye üst üste aynı toprağa siz patates ve soğan ekerseniz toprak kanser olur ve toprağın yapısını da bozarsınız. Sadece ürünün yapısını değil toprağın da yapısını bozarsınız ve toprağı üretim dışına itmiş olursunuz. Bir başka ana konulardan birisi de bir kere seçim öncesinde şu uyarıyı yapmak zorundayız. Tercihli politikalar çok önemli, eğer siz tercihinizi ithalat ve ihracat şirketleri kazansın diye bir tercih yapar ve politikalarınızı buna göre dizayn ederseniz kazanır ama onlar kazanırken onların kazandığı kasasına giden bütün paralarının hepsi tüketiciden ve de üreticiden çıkar. Bunun için mutlak surette tercihini üretimden yana yapıp üretimin kendisini arttıracak ve üretimi teşvik edecek bu konudaki o baştan söylediğim destekleme politikalarındaki yanlışlığı giderecek ve bunun yerine doğrudan hakikaten çiftçiliği üretimi ve sağlıklı üretimi esas alan iklim krizine karşı, gıda krizine karşı doğru ve sağlıklı bir temelde politika üretip bu tercihini bu yönde kullanması halinde Türkiye tarımı ortalarda söylediğim gibi bir uçuk Türkiye’yi besleyebilecek potansiyele ve kapasiteye halen sahiptir. Önemli olan doğru politikadır. Şu anda Türkiye tarımı yönetilemiyor hatta Türkiye’de tarımdan söz etmek mümkün değil çünkü üretilen her şey fason üretimdir. Dışarıda siz bütün üretim girdilerini dışarıdan alıyorsanız, bununla birlikte borca da gömülmüş ve üretemiyorsanız o zaman sizin kendinize ait bir şeyiniz yok. Yem gelmediği zaman siz hayvan yetiştiremeyeceksiniz.

Ömer Faruk Gergerlioğlu:Böylece etin fiyatı artacak, soğanın fiyatı artacak değil mi? Bu kısır döngü vatandaşa yansıyan son hali de bu.

Abdullah Aysu:Dış dinamiklerle iç dinamiklerin kendisini çiftçi lehine organize edip kullanmamız halinde bu sorunların hiçbiri yaşanmaz.

Ömer Faruk Gergerlioğlu:Üzücü bir kısır döngüyü anlattınız. Burada anlaşılıyor ki; bir tercih yapılmış! Yani aslında 1.5 Türkiye’yi besleyebilecek bir potansiyelimiz olduğu halde 40 yılda ileri gitmek yerine 1 kişiye 2 hayvan düşen bir ortamda 40 yıl sonra 1 kişiye 8 hayvan bir ortamı yaratabilecek bir ortamda 2 kişiye 1 hayvanın düştüğü bir ortamı oluşturmuşuz ve bunlar da yanlış politikalarla oluşmuş. Bir yerde aslında bir tercih yapılmış, bu rant politikaları dışa bağımlı politikaları tercih edilmiş oralardan da yöneticilerin veya aradaki birtakım bürokratların elde ettiği karlar, yasa dışı birtakım durumlar tercih edilmiş ve bu çark halkın aleyhine dönmüş. Türkiye’nin gündemi olan hem üreticileri hem tüketicileri ilgilendiren ürünler ve hayvancılık konusunda, tarım politikaları konusundaki yanlışlıkların altını çizdiniz.

Abdullah Aysu:İki tarafı örgütlü hale getirmek gerekiyor. Hem kırsalı hem de kentleri örgütlü hale getirip o örgütlü halde buluşturmamız halinde bunu da bir merkezi devlet politikası halinde yürüterek bunları destekleyip teşvik etmemiz halinde biz gerçekten dünyanın sayılı ülkeleri arasına gireriz üretimden pazarlamaya zincirin tamamını çiftçi ve tüketiciye teslim edecek biçimde bir gıda egemenliğinin inşa edilmesine ihtiyaç var. Bunu da sağlıklı, iyi düşünen politikacılar halktan yana ve doğrudan yana düşünen politikacıların çözeceği inancındayım.

Ömer Faruk Gergerlioğlu:Karamsar değiliz yine de bu ortamı toparlayabiliriz, güzel bir tarım ülkesi oluşturabiliriz diyorsunuz.

Değerli izleyenler programımızın ikinci konuğu var. Türkiye Ziraatçılar Derneği Başkanı Sn. Hüseyin Demirtaş konuğumuz. Bize çalışmaları ile bu konuyu anlatacak bir dernek başkanı olarak tüm ziraatçıları kuşatan bir derneğin başkanı olarak sahada karşılaştıkları sorunlar ve çözüm önerilerini bize sunacak. Sn. Demirtaş biz Meclis’te dün ana konu olarak soğanın 30 TL olmasını konuştuk. Etin kıymanın 335 TL olmasını konuştuk, peynirin, tereyağının fahiş fiyatlarını konuştuk ve niye buraya geldik diye sorduk! Ülkenin, Meclis’in ana konusu buydu! Biz sizinle bugün bu konuyu ayrıntılı bir şekilde konuşalım, neden ülkemiz bu üzücü duruma düştü? Neden bu ürünlerin fiyatları bu kadar patladı? Neden vatandaş bunları alamayacak duruma düştü? Pahalı veya zor ulaşılan ürünler değil bunlar! Soğan, patates gibi sıradan temel gıda ürünleri niye çığırından çıktı? Niye vatandaşımız proteinsiz kalmak durumda? Et niye fahiş fiyatlara ulaştı? Bu arka planı bilenlerden en iyi bilenlerdensiniz. Türkiye Ziraatçılar Derneği Başkanı olarak sizi dinliyoruz.

Hüseyin Demirtaş:İlk kez yaşamıyoruz biz bunu. Bu kısır döngüyü sürekli yaşıyoruz özellikle son 5-6 yılda aynı şeyi yaşıyoruz. Geçmişte konu soğandan açıldı gündemde soğan var. Sebze olarak soğanı değil patlıcanı, domatesi, örtü altı ürünler kış çetin geçti halen domatesin fiyatlarının uçtuğunu, tarla ürünlerinin fiyatları düşürülemedi, tanzim çadırlarına kadar günübirlik politikaları yüzünden hem üretici hem de tüketici bunun faturasını ağır ödüyor. Geçmişte Azerbaycan’dan ve Irak’tan soğan ithal ettik. Türkiye’nin coğrafi konumu gereği, iklimsel yapısal durumu her şey üst üste koyunca tüm ürünleri üretmek için Türkiye’nin potansiyeli ziyadesiyle var. 7 iklim kuşağında hemen hemen tropikal meyveleri de dahil üretebilme durumuna geldik çünkü küresel ısınma var, iklim değişiyor dolayısıyla burada asıl soru yöneticilerin siyasi erkin tercihine bağlı. Zamanında ödenmeyen tarımsal destekler, yetersiz ödenen tarımsal destekler tüm anayasaya göre tarım topraklarını kullanımı arazi planlaması tarım alanlarının inşaata açılması tarım dışında itilmesi toprakların üretim alanlarının daraltılmasının tüm nedenlerinden biri de bu. Bizim yıllardır bir üretim planlaması var ama dış alıma öncelikli politikalar var. Asıl sorun geçmiş yıllarda Cumhuriyet’in kazanımları olan özellikle regülatör kuruluşlar olan Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü’ne bağlı 38 işletme gibi, Et Süt Kurumu gibi o kadar çok kurumlarımız tasfiye edildi ki üretici ürettiği ürünü rahatlıkla pazarlayabiliyor. Hiç pazarlama sorunu yoktu ayrıca Tarım Satış Kooperatifleri; Tar-iş, Fiskobirlik gibi tüm tarım satış kooperatifleri işlevsizleştirildi. Atıf duruma düşürüldü, içi boşaltıldı rekabet edemedi devlet desteği verilemedi zamanında. Hem tarım satış kooperatifleri hem de tarımsal kitlerin tasfiye edilmesi bize bu durumu yaşatıyor. Asıl sorun bunları eğer halletmiş olsaydık özellikle Türkiye’de tüm alanlarda olduğu gibi neo liberal tarım politikaları 1980’li yıllarla başladı 1990’lı yıllardan sonra ivme yükselerek tüm bu saydığımız ve Sümerbank’a kadar düşünün. Depremi yaşadık çadırlar ile uğraştık. Halen çadırlar, konteynerler tartışılıyor 2 ay oldu neredeyse. Hatay’da su sorunu çözülemedi. Sümerbank yaşamış olsaydı özeleştirilmemiş olsaydı çadır sorunu da rahatlıkla aşılabilirdi. Hayvan hastalıkları; hayvanlar enkaz altında kaldı günlerce, kaldı ki 2-3 gün kentsel alanlara yetişilemedi, 1 hafta 10 gün sonra kırsala yetişilebildi. Rakamsal olarak Cumhurbaşkanlığı Strateji Başkanlığı’nda yayınlanan veriler bile geç ulaşıyor, 8 bin 462 hayvanın öldüğü enkaz altında kaldığı bilgisi var. Küçükbaştan büyükbaş hayvanlara hatta kanatlılara kadar o kadar zarar var ki çiftçinin kaybı 102 Milyon TL deniliyor ama sektörün kaybı ve depremin verdiği zarar 29.2 Milyar TL! Ekonomistlerin çıkarttığı rakamı eklerseniz çok fazla. Olması gereken bizim kendimize özgü ihracata yönelik bir tarım politikası değil, dışa bağımlı politikalar ile bu noktaya geldik. Aslında biz bu tarım serbest piyasaya terk edildikten sonra fiyatlar arttı dolayısıyla özellikle küresel kuruluşlar, ulus ötesi kurumlar tarım ve hayvancılığı etkiledi. Hasat zamanlarında ithalata başvuruldu. Ne zaman bir gıda ürünün fiyatı yükselse hemen çözüm var; mevcut siyasi iktidara göre ithalata başvurmak. Çiftçi baş edemedi yabancı üreticilerle. Bir daha çözümü tarlada değil market raflarında aradı. Sıkıntı bundan kaynaklı. Üretici baş edemiyor, maliyetinde bir ürün çiftçi üretebilir mi? Bu konuda tahıl ürünlerinde hayvancılık üretiminde sütte süt ürünleri, kuru soğan dışında kırmızı ette sıkıntılı. Geçmiş yıllarda hep hayvan ithal ettik, özellikle 2008-2009-2010 yılına kadar 1.5 milyona yakın canlı hayvan ithal ettik. Okyanus aşırı ülkelerden getirdik bu hayvanları. Süt yem paritesi diye bir parite var tarımda. Çiftçi 1 kilogram sütü sattığı zaman 1.5 kilogram hayvan yemi alabilirse üretici üretime devam eder, kar edebilir burada. Bırakın 1.5’u Avrupa’da ve dünyanın gelişmiş ülkelerde 1.3 kilogram. Biz Uluslararası Süt Konsensüsü toplandı, zamanla fiyatlar açıklanamadı. 1.1’e hatta süt yem paritesi 1 kilogramın altına düştü, 980 grama kadar. Bu sefer çiftçi yem pahalı, sürekli artıyor tarımsal girdinin hayvancılık olmazsa olmazı. %60’ını teşhir ediyor. Biz kaba yemde diğer fabrika yemi dediğimiz üreticilerimiz tamamen bağımlıyız, hammaddesinde bağımlıyız. Yemin hammaddesi özellikle soya, yağlı tohum var, arpa, mısır, bunları ithal ediyoruz. Bunların hepsi ülkemizde yetişebilecek durumda, potansiyel bizde var. Bir miktarda Adana civarında soya üretebiliyoruz. 2.5, 3 milyon tona yakın soya ihtiyacımız var, soyasız hayvan yemi yapılamıyor. Bu arayışlarla Nijerya’dan, Sudan’dan, Afrika ülkelerinden 3. Ülkede arayışlar peşine girdik. Ne oldu? 2014’te başladı özellikle Sudan’da arazi kiralamayı düşündü mevcut yönetim. TİGEM’ler ile protokoller yapıldı. Böyle bir şey varsa siz niye TİGEM’i özelleştiriyorsunuz? 38 tertemiz topraklar var, tarım çiftlikleri var. Türkiye’de örnek teşkil ediyor tohumluk, damızlık hayvan veriyordu. Çiftçi gördüğü şeye inanır. Atatürk zamanında yapılmış kurumlar yok pahasına gitti! Ne yaparsanız yapın palyatif önlemlerle bu işler çözülemiyor, çadırlarla olmuyor. Fiyatın düşmeyeceğini o yıllarda söyledik söylemeye devam ediyoruz. Sürekli kısa süreli 1 aylık önlem belki fiyat düşürülüyor ve fazla ürün de getiremiyorsun bunu yaşadık 2018’de çadırlar yok edildi, fiyat düştü mü? Düşmedi hemen marketlere. İthalat sopası ile üretici terbiye edildi bugüne kadar. Üretici artık kaçınılmaz sonuç kırdan kente göç başladı, göçü durduramıyoruz. Sonuçta depremde gündemimizde.

Ömer Faruk Gergerlioğlu:Bir kısır döngüye girdi değil mi Sn. Demirtaş? Yanlış politikalar vatandaşı köylüyü bitkisel ürün veya hayvansal ürün yetiştirmekten alıkoydu, bir kısır döngü oluştu vatandaş baktı fiyatlar fazla, işleri bırakmaya şehre gidip asgari ücretle bir yerde çalışmaya başladı. Önümüzde bir tablo var burada biz önceden ihracat yapan bir ülkeyken kırmızı mercimek, badem, pirinç soya fasulyesi buğday portakal, muzu, pamuk, tütün, peynir, çay tüm bunları dışarıdan almaya başlayan bir ülke haline gelmişiz. 50 yıl önce Rusya’ya et ihraç ederken şimdi dışarıdan angus getiren bir ülke haline gelmişiz. Bir yerde bir kısır döngü başlamış ve bu kısır döngü bir türlü bitmiyor! Şu anda bu kısır döngü devam ederken dediğiniz gibi “Konuşmayın kardeşim biz dışardan soya fasulyesi de alırız, ham ay çiçek yağı da alırız, et de getiririz sorun yok. Nasıl olsa dışarıdan ithalat yaparız hiçbir sorun yok denilmiş.” İyice üretici küstürülmüş bu kısır döngü şu an böyle ve son derece kötü tezahürlerini görüyoruz. Nasıl olacak bu kısır döngü daha nereye kadar gidecek Sn. Demirtaş?

Hüseyin Demirtaş: Geçmiş dönem bakanlarda “Biz paramız var ithal ediyoruz.” Pandemi sürecinde bu ihracatçı ülkeler Avrupa’da, dünyadaki diğer ülkeler ihracatçı ülkeler bile para ile ürün vermedi bize! Neden? Kuraklık başladı, stoklarını tespit edip fazlalık olursa ihracata yöneldi bu ülkeler. Biz bunu alamadık! Ülke ülke gezdik, aldıysakta kurdaki yüksek artıştan dolayı daha pahalıya mal oldu bize. Zaten kurun artışı da çiftçiyi zora soktu çünkü bunların çoğu ithal ürünler. Hammaddesi, gübrenin hammaddesi, yemin hammaddesi dahil hep ithal ettiğimiz ürünler. Dolayısıyla bu da yetmedi, biz örneğin daha yeni 1 ay olmadı, domates sera ürünü ihracatı durduruldu 3 gün sonra domates üreticileri, yaş sebze meyve üreticileri birliği devreye girdi tepkiyi görünce 2 gün sürmedi geri kısıtlamayı kaldırmak zorunda kaldılar. Yani domates fiyatı yine 30 TL civarındaydı domates fiyatını düşürmek için biz ürünümüzü ihraç etmezsek arz talep dengesine göre fiyatları düşürürüz hesabı yapıldı. Zaten üretici ile bu baskı ile gıda enflasyonu yükselmesin diye sütte de aynı durum yaşandı, baskı altında tutuldu. Ne oldu hayvancılıkta? Süt inekleri kesime gitti, süt ineği ana kesilince maalesef kırmızı ette dana da yok. Dolayısıyla 48 bin ton et ithal edildi, peşinden Et ve Süt Kurumu’na bakanlık yetki verdi, 500 bin dana canlı hayvan ithalatı için. Et Süt Kurumu, Tarım Kredi Kooperatifi, marketler ve kasaplar var. Ramazan geldi deniliyor ucuza kıyma ve kuşbaşı yedirme hesaplanıyordu hayvanların fiyatı yükseldi. Şimdi eğer süt inekleri zamanında sütün 1.5 paritesine uysa, en az 1.3 pariteye uysaydı bu analar kesime gitmeyecekti bizde dışarıdan dana ithalatına girmeyecektik. Konular iç içe. Bir hayvansal üretime örnek veriyorum bir bitkisel üretim. İkisi de aynı şey. Burada biz kendi ülkemize özgü ihracata yönelik eğer üretim politikası belirlemiş olsaydık bunların hiçbirini yaşamazdık. Yok bir politika ama ithalata yönelik bir politikamız var maalesef bu da paramızda olsa zamanlı ithal edemiyoruz çünkü fiyatlar sürekli artıyor ve kucak dolusu döviz ödüyoruz, yarın ödeyeceğimiz parayı önce kendi üreticine kazandır ki her şeyden millilikten bahsediliyor, dış alım yapmayalım ama yabancı üreticilere verildi destekler sanki! Oraya verilen bu paralar eğer Türkiye tarımına verilmiş olsaydı biz bunların hiçbirini yaşamazdık soğanı konuşmazdık. Soğan geçmişte 2 TL’den 4 TL’ye çıkmıştı Azerbaycan’dan ve Irak’tan hatta Suriye’den soğan ithal ettik, patateste ithal ettik. Depoları basmadık mı? Sıkıntı hep aynı. Kısır döngüyü hep yaşıyoruz. Türkiye’nin gözde ürün olan Malatya kayısısı, Antep Fıstığı, Karadeniz’in Fındık, narenciye, turunçgiller, incir kuru üzüm, bizim göz nurumuz, biz bunları ihraç ediyoruz, fındıkta Avrupa’da ilk sıradayız ama diğer tüm ürünlerde canlı hayvan samana, ete, süt ürünlerine bile, peynirine kadar, baklagiller, özellikle mercimek nohutta ihraç ediyoruz, ithalatımız daha fazla. Bizim Güney Doğu’da Diyarbakır, Antep yöresinde yetişen kırmızı mercimek dünyada en güzel marka, çok lezzetli bir ürünümüz ama satıyoruz dışarıya dışarıdan Avusturya’dan gelen ya da Meksika’dan gelen mercimeği kullanıyoruz. Bunun damak tadı yok. Türkiye’de yetişen ürünlerimiz, yerli üretimimiz dünyada en gözde ürünler. Her şeyimiz böyle ama gelin görün ki bu tamamen politik bir tercih. Eğer tercih doğru yapılsa biz bu sıkıntıların hiçbirini yaşamazdık. Verdiğimiz üreticiye destek dediğimiz fiyatın katlarını veririz. Türkiye’nin coğrafi konumu gereği dünyanın, Avrupa’nın ortasında yakın her yere rahatlıkla ulaşabiliriz, bir de kooperatiflerin sorunu var. Çok kooperatifler var ama Türkiye’de maalesef kooperatifçilik geçmişte “Öcü” olarak gösterilmiş! Deyim yerindeyse kurunun yanında yaşta yakıldı, işini doğru yapanlar da var tüm alanda ama gerçekten üretici destekleyen, üreticinin yanında olan kooperatifler bir elin parmağı gibi. En kapitalist emperyalist ülkeler bile kooperatifçiliği ön plana çıkartıyor devlet destekliyor biz de böyle bir şey yok. Yapamıyoruz, devlet desteği olmadan yaşamaz kooperatifler. Böyle bir derdimiz Pazar sorunumuz olmaz üretici direkt ürünü kendisi ihraç eder Avrupa’ya dünyanın diğer ülkelerine, bu hiçbir zaman olmadı. Maalesef kooperatifçiliği de tesis edemedik doğru düzgün. Hollanda’yı düşünün %85 kooperatifleşme alanı rakam olarak Türkiye’de yok. Çok fazla kooperatif var aynı müteahhitler gibi, Avrupa’nın toplamından fazla müteahhit var başımıza geleni görüyorsunuz onların adı kooperatif değil, bazıları alınabilir çok kurum var bu da 12 Eylül’den sonra değiştirildi, yeni yeni isimler konuldu ve çiftçiler de bu konudan mağdur, çiftçi yalnızlaştı özellikle küçük üreticiler korumasız hatta orta ölçekli işletmeler de korumasız hale geldi. Türkiye’de denildi ki: “Ben küçük ile uğraşmayım, endüstriyel tarım, büyük işletmeler 2-3 bin hayvancılığı olanlar ile bu işi yürütebilirsem benim et sorunum kalmaz.” Dedi ama tutmadı! Tam tersine bu kadar nüfus %80’i zaten küçük üreticiler ve orta ölçekli üreticiler sayesinde ayakta bunlar mutlaka desteklenmeli, peşinden bir sürü genelgelerle tarımda ilgili kararlar alınıyor. En son yeni çıkan yönetmelikte Tarım Bakanlığı sözleşmeli tarım üretici bakanlıktan izin almadan üretim yapamayacak, uyarılacak 2 yıl üst üste 2 yıl da aynısını yaparsa normal piyasa fiyatından %5’ine kadar ürettiği üründen ceza kesilecek. Ekimini yapmazsa 2 yılda kiraya verilecek. Bunun da adını üretim planlanması olarak adlandırılıyor. Kuraklık var üretim planlaması değil tam adı bu kadar buğday var bunun yerine başka ürün istihdam et. Tohum toprağa düştükten hasada kadar, hava olayları hiç belli değil, tüm ürün bazında bu hesap edildi, üretici ekim yapamayacak tam tersine fazla üretim yaptığı zaman ödüllendirilmesi lazım, prim verilmesi lazım. Kuraklık oldu, buğdayı geri satın alıyorsunuz. Buna benzer sözleşmeli üretim yıllardır konuşuluyor, erken uyarı sistemi yıllardır konuşuluyor bir türlü erken uyarı sistemi hayata geçirilemedi. Tek taraflı sözleşme geçmişte yaşandı, sanayi salçalık domatesi 60 kuruştan sözleşme yapıldı, domates üretimi fazla olunca 35 kuruşa kadar düştü çünkü üreticinin finansman sorunu var, tek taraflı sözleşme aslında, daha ucuzunu almak için başka yerden domates aldı üreticinin kucağında kaldı. Aynı sözleşme şeker pancarında kotalarda da uygulandı yeni değil ama üretici her şeye imza atıyor çünkü finansman para yok, çiftçi borçlu. O kadar Tarım Kredi Kooperatifleri’nden tutun ki yem, gübre, tohumluk bayisine kadar güçlü. Diğer özel bankalara borcu var, bugün 300 Milyar TL’yi buldu üreticinin borcu, üstelik pandemi, kuraklık 11 ilimizde yaşanan deprem en son Urfa’daki sel felaketi. Hatay narenciye üzerinde dalında kaldı deprem aşamasında. Geçici tarım işçisi bulunamıyor. O kadar sıkıntılarımız var ki o da Türkiye’nin 1/6’sını temsil ediyor! Fiyatlar elbette artacak. Niye artacak? Arz yetersiz fiyatlar artıyor. Eğer üretim fazla olsa üretim düşüyor. Bu planlama bu şekilde yapılmamalı, planlama yaparken arazi kullanma planımız var mı? Tarım alanları maalesef tarım dışına çıkartılıyor kanun olmasına rağmen! Ormanlarımız tarım alanlarımız, meralarımız, konut alanlarına tahsis ediliyor, TOKİ çalışmalar yapıyor. Maden aramaları, 21 kez 6592 Sayılı Kanun değişmiş. Zeytincik alanlarımız 11 kez değişti sürekli ama sığmadı zeytin. Her sene gündeme getiriliyor. Bizim 1. Sınıf tarım arazilerimiz yok ediliyor. Dolayısıyla üretim azalıyor bir de yabancı sığınmacılarla birlikte Türkiye 90 milyon nüfusa yakın. Turizm dönemi 100 milyonu aşıyor. Nasıl besleyeceksiniz? Dolar bazında ödeme yaparak çiftçi üreticini ayakta tutabilirsin. Toprağa küsen çiftçi toprağa dönmüyor. Gıda tedarik zincirinde sanayi hammaddesini tarımdan alıyor. Kopuk yaşanmaması lazım. Depremde bayilerde yok oldu.

Ömer Faruk Gergerlioğlu:Genel tablonun yanlış politikalarla iyice kötüleştiğini ifade ettiniz. Teşekkür ederiz. Saatlerce konuşsak azdır çünkü problem çok büyük. Her ürün ile ilgili ayrı ayrı konuşmak lazım. Fındık, buğday, ay çiçek hepsi ile ilgili özel hususlara girmek gerekecek.

Programımızı burada bitiriyoruz haftaya Salı günü saat 21.00’da tekrar sizlerle birlikte olacağız hepinize hayırlı akşamlar diliyorum.

Yorumlar