17 Şubat 2024

AGOS – Ohannes Kılıçdağı

Türkiye hükümeti, İsrail’e lafta karşı çıkıyor, kınıyor ama kendi siyasi gücü ve çıkarları söz konusu olduğunda insan hakları kavramının yıpratılması konusunda aynı yolun yolcusu. Onlarca örnek vermek mümkün. Son zamanlarda Sezgin Tanrıkulu, Ömer Faruk Gergerlioğlu, Şebnem Korur Fincancı gibi, toplumda bilinen insan hakları savunucularına karşı girişilen sistematik saldırıları da bu minvalde değerlendirmek lazım.

Küresel ölçekte yeni bir barbarlık çağına girdiğimiz, bu köşe de dâhil birçok mecrada bir süredir dillendirilen bir görüş. Daha evvel de söylediğim gibi, İkinci Dünya Savaşı sonrası girilen, insan hakları ve özgürlüklerine öncelik veren, bu değerlerin belli bir etkisinin olduğu, nispeten, en azından Avrupa için, barışçıl küresel düzenin dayanaklarının bir bir yıkıldığını görüyoruz. Artık, ‘insan hakları ve özgürlükleri’ dediğinizde o hakların sahipleri burun kıvırıyor. İnsan hakları, iş gören geçer akçe olma vasfını hızla yitiriyor. İnsan hakları, insanın değerinin olduğu bir dünyada etkili olur. İçinde bulunduğumuz bu iklim insanın, insan hayatının değerini düşürüyor ve işin ironik yanı, bunu yapanlar da tabii ki gene insanlar! Buna mukabil, güçlünün gücü nispetinde istediğini yapabilmeye hakkı olduğu kanaati, toplumsal zeminini genişletiyor ki faşizm bu zeminde yükselir. 

Bunun emareleri dünyanın farklı ülkelerinden geliyor ve çeşitli ayakları var. Göçmen karşıtlığından öte göçmen nefreti, bunlardan biri. (Bu yazının konusu göç ve göçmenler değil ama şunu söylemeden geçmemek lazım: Evet, göçmen nefreti ve düşmanlığıyla mücadele etmek lazım ama yabancı göçünün yarattığı endişeyi de ciddiye almak ve muhatap kabul etmek gerek. Ortada hiçbir sorun yokmuş gibi davranmak, bu sorunu kendi siyasi ajanda ve amaçları uğruna istismar etmelerinin, endişe içindeki kitleleri radikalize etmelerinin yolunu açar. Tabii ki göçmenleri kurban veya mağdur ederek değil ama kitlelerin bu konudaki endişelerini hafifletecek yolları da düşünmek gerek.) İsrail’in beş buçuk aydır, insanlığın gözü önünde âdeta dalga geçer gibi, “Gücünüz yetiyorsa durdurun” tavrıyla yürüttüğü katliam, çocuk kırımı ve etnik temizlik hem bu küresel iklim sayesinde mümkün oluyor hem de o iklimi güçlendiriyor. (Bu anlamda Güney Afrika’nın Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı dava yalnızca İsrail’i mahkûm ettirmek açısından değil, o dolayımla insan hakları kavramının değerini yükseltme girişimi olması açısından da değerli.)

Türkiye hükümeti, İsrail’e lafta karşı çıkıyor, kınıyor ama kendi siyasi gücü ve çıkarları söz konusu olduğunda insan hakları kavramının yıpratılması konusunda aynı yolun yolcusu. Onlarca örnek vermek mümkün. Son zamanlarda Sezgin Tanrıkulu, Ömer Faruk Gergerlioğlu, Şebnem Korur Fincancı gibi, toplumda bilinen insan hakları savunucularına karşı girişilen sistematik saldırıları da bu minvalde değerlendirmek lazım. Geçenlerde silahlı eylemde bulunmuş bir kimsenin daha önce uğradığı hak ihlallerini konu edinen Gergerlioğlu ve Tanrıkulu’na; Adnan Oktar örgütü davasında verdiği işkence raporu ve daha evvel muhtemelen bir kimyasal silaha maruz kalmış bir kişinin durumu hakkındaki ifadeleri sebebiyle Fincancı’ya yapılan saldırılar buna örnektir. Bu kişiler yalnız sembol isimler de değiller, bizzat sahada hak savunuculuğu yapıyor ve dolayısıyla iktidar sahiplerini rahatsız ediyorlar. Öte yandan, bu isimlerin ötesinde, insan hakları kavramına, onun meşruiyetine de planlı bir saldırı var. İnsan hakları ve özgürlüklerini bir değer olarak yıpratmayı, insanların zihinlerindeki meşruiyetini silmeyi ve böylece toplumsal muhalefetin bir zeminini ortadan kaldırmayı hedefliyorlar ki bu çevreler mevcut iktidarla da sınırlı değil. AKP’ye muhalif görünen ama kendileri de Türkçü-devletçi olan çevreler de bu hareketin bir parçası. 

Tüm bunlara karşı yapılması gereken, insan haklarına var gücümüzle sahip çıkmak, işkencenin, kötü muamelenin hedefi kim olursa olsun kabul edilemez olduğu gibi temel ilkeleri tekrarlamaktır; zira Türkiye’de, bir kimse suçluysa ona işkence, kötü muamele yapılabileceği yönünde, yaygın bir yanlış kanı var. İşkence –ve konumuz o olmasa da idam cezası– sanılanın aksine, işkenceye maruz kalanın kim olduğundan, ne yaptığından ziyade nasıl bir toplum ve hukuk düzeni içinde yaşamak istediğimizle ilgilidir. İşkencenin zihinlerde ve pratikte normalleştirildiği bir toplumda kimse güvende olmaz, çünkü yarın bir gün iktidar sahiplerinin sizi suçlu çıkarmayacağından emin olamazsınız. O gün geldiğinde, daha evvel normalleştirdiğiniz işkence veya kötü muamele size de vurabilir. 

Velhasıl, insan hakları savunucularını da savunmak lazım. 

Yorumlar