2008-11-18 00:00:00

VECDİ GÖNÜL’Ü NASIL DURDURABİLİRİZ?

 

Ayrımcılık başkasını aşağılayarak kendisini yükselttiğini sanma hastalığıdır. Etnik ayrımcılık insanlık tarihinin en eski hastalıklarından birisidir. Kişi doğduğu hali seçemez ırkını belirleyemez. Ama bir müddet sonra kapıldığı gurur hastalığı ona bir takım nedenlerden dolayı üstün olduğunu sanma hastalığına kapılmasını sağlar. Etnik farklılığını başkasına üstünlük olarak aksettirmeye çalışır. Tarih boyunca etnik ayrımcılık savaşların ortaya çıkmasına, farklılıklar arasında büyük düşmanlıklar oluşmasına sebep olmuştur. Farklılıkların güzelliğini yansıtmak üzere Allah’ın yarattığı çiçek bahçelerine bakmayı ve ibret almayı hiç akletmeyen etnisite sevdalıları, mutluluğu diğer renkleri ve dalları kırmakta buluyordu. Her biri farklı özellikleri ile birbirini renklendirecek farklılıklar, diğerini biçme ile mutlu olacaklarını kulaklarına üfleyen liderlerine kandılar çoğunlukla. Ancak sonunda ne kendileri huzur buldu ne de başkalarına mutluluk verdiler.

 

Dini açıdan da insanların tekdüze olması beklenemezdi ve tarihin hiç bir döneminde de bir homojenlik sağlanamadı. Düşünce biçimleri de aynı şekildeydi. Topluluklar çoğunlukla doğup büyüdükleri kültürlerin dinlerini kabullenmiştir.“Şu inanca inanamazsınız” diyen büyüklenen zalimler olmuş ama hiçbir zaman bu tür baskılar dikiş tutturamamıştır. Etnik kimlikten farklı olarak dini inançlar seçimi yapılabilen bir olgudur. Fakat insanlar seçimlerinin mutlak doğru olduğunu düşünseler bile başka inançların da saygı duyulması gerektiğini idrak etmeliler. Mutlak doğru diye inanılan bir inanca farklı bir inanç sahibi sapıklık olarak bakabilir. Aynı dinin farklı birçok mezhebi de hep kendilerini haklı görebilir. Farklı dinler arası baskıcılığı mübah görenler farklı mezhepler arası sorunları oluşmasını niçin anlayamadıkları bir durum olarak değerlendiriyorlar ki? Demek ki doğru veya yanlışlığına bakmaksızın dinler birbirlerine tahammüllü olabilmelidir. Başkasını inandığı doğruya sevketmek için çok yoğun bir gayret gösteren bir tebliğci, misyoner karşı tarafın defansı halinde ona din özgürlüğünü bahşedebilmelidir.

 

Farklı etnisiteler ve dinler arasındaki bu olası sürtüşmeler başarı ile atlatılsa da her tarafı bekleyen bir büyük tehlike daha vardır. O da kamu otoritesinin ayrımcılığıdır. Kamu otoritesi bireyler tarafından sorgulanamaz gücü ile bir ayrımcılık yapmaya başladı mı o zaman en çıkmaz sokağa girilmiş demektir. Binlerce yıllık sözlü ve yazılı tarihten bizlere yansıyan ve kolektif şuurda derin izler oluşturan olaylar hep kamu otoritesinin adaleti elden bırakmadığı anlardır. Ayrımcılık yapmadan adaletin esas alındığı zamanlar az olmuş ama tüm insanlık için unutulmaz hatıralar oluşturmuştur. Devlet yöneticilerinin hakim karşısında farklı etnisite veya azınlık dinine mensup bir şahıs ile aynı davalı davacı statüsünü paylaşması ve adalete göre verilen karara yöneticinin boyun eğmesi çok nadir rastlanan örneklerdir. Ama bunlar her zaman tarihe altın harflerle yazılan olaylar olmuştur.

 

Ülkemizde de her geçen gün derinleşen kamu otoritesininhalkı biçimlendirme arzusundan kaynaklanan dini ve etnik ayrımcılık 15-16 Kasım’da MAZLUMDER’in düzenlediği bir  sempozyum ile masaya yatırıldı. Bu sempozyum öncesi 2008 yılı içinde 7 ilde 50’den fazla farklı grup ve konu hakkında ileri derecede müktesabatı olan kanaat önderi ile görüşmeler yapıldı. Sorunları tespit eden ve cesur somut öneriler sunan raporlar oluşturuldu. Aynı zamanda konusunda Türkiye’nin sayılı uzmanları olan bilim adamları tebliğler sunarak farklı bakış açılarının da değerlendirilmesini sağladılar. Farklı dini ve siyasi görüşten olan düşünce adamları tek bir ortak noktada buluşuyordu. Ayrımcılığın her çeşidinin zararlı olduğu tabiatıyla ortak buluşma noktası oluyordu. Anlıyorduk ki sadece azınlık değil çoğunluk ta ayrımcılığa uğruyor. “Asimile edemediğimi dışlamalıyım” diyen bir değişmez devlet var karşımızda. Ama ayrımcılığın bir insanlık suçu olduğu tartışılmaz bir gerçekti.

 

Sempozyumda farklı dünya görüşlerindeki bilim adamlarının bir araya gelmesiyle kalınmadı. Farklı dini ve etnik kimlikten kişi veya temsilciler bir arada uğradıkları mağduriyetleri  anlattılar. Yıllardır zihniyetinin ayakta kalması için devletin sık sık birini diğerine tokuşturduğu farklı etnik ve dini zihniyetler birbirini dinlemeyi başarıyordu.  Sünni Aleviyi, Müslüman Hristiyanı, Çerkez Kürdü, Türk Ermeni’yi dinliyordu. Uğradığı haksızlığı, yıllardır unutamadığı çok acı bir hatırayı yer yer sesi titreyerek anlatan bir tanık ona yıllardır önyargıyla bakan farklı bir kimliğin utançla başını öne eğmesini sağlıyordu. İlkokulda iken tuvalet ihtiyacını öğretmenine Türkçe bilmediği için Kürtçe söylediğini ve Türkçe söylemediği için uzun tırnaklı öğretmeninin kulağını çekip attığı  tokadı hiçbir zaman unutamadığını söyleyen kişi aslında  başka bir söz sarf edilmesine  gerek  olmadığını gösteriyordu. Birçok kimlik temsilcisi çocukken azınlık olduğunu anladığını ve ayrımcılığı tattığını belirtiyordu. Kimi Türkçe olmayan Çerkezce ismini söylediği zaman nasıl dışlandığını, kimi Süryani olduğu için çocukken nasıl bir fiziki toplumsal linç yaşadığını  anlatıyordu. Ayrımcı ve şefkatsiz bakışların bu topluma bedelinin çok ağır olduğu iyice belli oluyordu.

 

Haklarda eşit olması gereken farklı kimlikten vatandaşlarımız, zulüm görmede eşitliğin acı ironisini dudak uçuklatacak örnekleri  ile anlatıyorlardı. Farklı dindeki veya mezhepteki arkadaşı ile çok iyi anlaşırken araya giren toplumsal ön yargıların sevgileri baltalayan bir duygusuz kalıplanmayı ortaya çıkarışını dinliyorduk. Ama adaletçi bakış açısı ile olgun tahliller yapan bir Alevinin, devletin dini kendi anlayışına göre biçimlendirme anlayışına çifte standartsız karşı çıkışını da izliyorduk. Kendisi için haklı olarak devletin sınırlarını belirlediği Sünni, Hanefi bakış açısını tasvip etmeyen Diyanetin lağvedilmesini, zorunlu din derslerinin kaldırılmasını, cemevlerinin de camilere sağlanan devlet imkanlarının tanınmasını (imamın maaşının ödenmesi, elektrik su giderlerinin devletçe ödenmesi) haklı olarak talep ediyordu. Ama Sünni inanca mensup Müslümanlara da uygulanan tektipleştirme, kendine benzetme gibi klasik devlet alışkanlıklarını gayet adilce eleştirebiliyordu. İşte Türkiye’nin kurtuluş yolu budur. Bu,  birbirine tahammül eden, ötekinin uğradığı zulmü kazanç hanesindeki bir artı olarak görmeyen kişilerin nitelik ve nicelik olarak hakim olmasıdır.

 

Sempozyumda son derece nitelikli teorik tartışmalar da yapıldı. Ama en can alıcı olanlar hiç şüphesiz canlı tanıkların anlatımlarının dinlenilmesiydi. Ayrımcılık mağdurları uğradıkları haksızlıkları anlatırken başlar öne düşüyordu. Empati denen kavramın ne olduğu ise işte o an ortaya çıkıyordu. Empati,  adı çok geçen bir kavramdır. Ama gerçekten farklı birçok kimlik bunu aynı an hissediyorsa işte o zaman bir başka güzeldir. Ama  sivil  toplumun adalet kanallarının açılıp, empatinin farklı tüm kesimleri el ele  tutuşturduğu bir anda bay Devlet’in soğuk, ayrımcı, ezici, tehditkar sesi duyuluyordu  bir  an. Tüm bu birbirine yaklaşan adımların arasına giren “bu rüyadan uyanın, bir ben değişmedim” diyen bir ses. Milli Savunma bakanı daha yeni mealen “Nasıl da kovaladık azınlıkları” diyordu “sevgili ulus devletimizi nasıl kurup devam ettirebilirdik ki? Ama yeterince imha edememişiz ki kovaladıklarımız “Ermeni fitnesi” olup Kürt sorunu açtılar başımıza” diyerek hayıflanıyordu. Bir an gözümüzün önüne Hrant Dink’i öldüren Ogün Samast’ın güvenlik görevlilerince “O gün aslanım şöyle dur” dedikleri ve katilin gülerek poz verdiği  fotoğraf  geliyordu. Anlıyorduk ki kazaen değil vefaen çekilmiş bu poz. Bu poz aslında 85 yıllık tarihimizi özetliyor bize. Bu poz hiç boşuna değilmiş. Son yıllarda vitrine oynanan tüm demokratikleşme gösterileri aslında balyozunu kaldırmış bekleyen bir kaba gerçeğin saklanması içinmiş.

 

Tüm bu acı gerçeklere rağmen yine de karamsar olmaya hakkımız yok. Eğer bu ülkenin fertleri mutlu bir şekilde yaşamayı özlüyorsa “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın”  demeyecek ve artık tüm haksızlıklara karşı adaleti elden bırakmayan ve zorbalığa sapmayan bir ortak çabaya sarılacaklar.

 

Yorumlar