22 Mayıs 2022

Engin Yiğit

Ömer Faruk Gergerlioğlu yakın geçmişte hukuksuz bir şekilde tutuklandığında hakkında yazdığım yazının başlığını “Türkiye’nin Vicdanının Aynası” olarak koymuştum. Hâlâ aynı düşünüyorum. İnsan hakları konusunda toplumun o kadar önünde bir şahsiyet ki, dinlerken etkilenmemekten ve yaptığı etkinlikler nezdinde onu alkışlamaktan kendinizi alıkoyamıyorsunuz. Olağan bir aile ortamında neşet etmiş olmasıyla birlikte edindiği eğitimi ve geliştiği siyasi ortamı göz önüne aldığınızda, insan haklarını koruma ve savunma konusunda bu denli derin, tüm toplumu ve hatta insanlığı kuşatıcı bir ufuk ve erdem seviyesine – belki dünyada çok az insanın ulaştığı böyle bir seviyeye – incelikli bir şekilde ulaşmış olmasına hem şaşırıyorum hem de ülkemizin böyle kıymetli bir evlada sahip olmasından dolayı da gurur duyuyorum.

Bir hayat düşünün: İnandığı değerlerde hep sabit kadem kalmış, yolunu hiç şaşırmamış ve insanlara “Kimliğin ne?” diye sormadan daima yardım elini uzatmış. İşte bu Ömer Faruk Gergerlioğlu. Etnik anlamda Türk olmasına rağmen, siyasi adıyla “Kürt Sorununun” çözülmesine hayatını ve ömrünü adamış bir kişi. Sünni olmasına rağmen Aleviler adına hak mücadelesi yapan ve aynı zamanda Müslüman olmasına rağmen ülkedeki azınlık din mensuplarının da yardımına koşan ilk aktivistte o. “Dokunursan yanarsın” denilerek ötekileştirilen Gülen Cemaati mensuplarının da yaşadıkları baskı ve zulümler sürecinde onların da yardımına, yine tüm risklerine rağmen, koşan da o. Tabii bunları yaparken rahatsız edilen, taciz edilen ve susturulması için her türlü takibe uğratılan da o. Bunların işe yaramadığını gören devletin, “O zaman hapse atalım da susturalım” dediği kişi de o. “Biraz hapiste kaldı, belki şimdi susar” dedikleri ama her şeye rağmen sinmeyen ve mücadelesine ve insanların yardımına koşmaya devam eden de o. Öyle bir hayat ki bir mağdurun yardımına koşmadığı, onun için toplum nezdinde kampanya yapmadığı ve hakkını aramadığı hayatında bir gün olsun, ki sanmıyorum…

İnsan hakları uzmanı ve Halkların Demokratik Partisi (HDP) Kocaeli Milletvekili Sayın Gergerlioğlu’yla çok keyifli bir şöylesi yaptık. Kendisiyle Kürt Sorunu, bu sorunun tarihselliğini, nedenlerini ve çözümlerini ve aralarında zorla kaçırılmaların, hapishanelerin, KHK’lıların ve daha birçok güncel konuyu konuştuk. Sizleri keyifle okuyacağınız inandığım bu söyleyişiyle baş başa bırakıyorum:

Ömer Bey, kısaca kendinizi okuyucularımıza tanıtır mısınız?

Urfalıyım. 1965’de babamın görevi dolayısıyla bulunduğu Isparta’da doğdum. İlk ve orta öğrenimimi rahmetli babamın farklı şehirlerde çalışması dolasıyla farklı şehirlerde yaparken, lise eğitimimi babamın emekliliği sonrası yerleştiğimiz Bursa’da İmam Hatip Lisesinde tamamladım. Ardından tıp fakültesini kazandım. 1990 yılında o dönemde Anadolu Üniversitesine bağlı olan Eskişehir Tıp Fakültesini bitirdim ve sonrasında yurdun çeşitli yerlerinde görev yaptım. Daha sonra, İstanbul Süreyya Paşa Göğüs Hastanesi’nde ihtisas kazandım ve uzmanlık alanım olacak olan göğüs hastalıkları ve tüberküloz eğitimimi 2000 yılında orada tamamladım. Sonrasında ailemin yanında olmak arzusu ile Bursa’da çalışma isteğim oldu, ama kadro olmadığı için bu şehre en yakın olan Kocaeli’ni tercih ettim. O günden beri de bu şehirde yaşıyoruz.  

2000 yılında İzmit Bölge Hastanesinde başlayan görevime 2017 yılına kadar devam ettim. Bu arada toplumsal ve sosyal olaylara da ilgili olduğum için insan hakları hareketlerini takip etmeye ve onların içerisinde aktif rol almaya başladım. Lise eğitimimi aldığım İmam Hatip Lisesi ve muhafazakâr bir çevrede büyümenin bende oluşturduğu havadan olsa gerek, insan hakları faaliyetlerinin içerisine de 2003 yılında girmiş oldum. Zamanla MAZLUMDER Kocaeli Şube Başkanlığı ve ardından MAZLUMDER Genel Başkanlığı görevlerini yürüttüm. Tabii, siyaseti ve insan haklarını yakından takip ettiğim bu süreç içerisinde MAZLUMDER’de başkanlık görevim gereği Ankara’ya da sıklıkla gidip geliyordum. Sonrasında hem doktorluk hem başkanlık yapmakta zorlandığım için görevimi bırakmak durumunda kaldım. Fakat insan hakları savunuculuğunu bırakmadık. Çeşitli inisiyatifler kurarak insan hakları müdahillikleri yaptık. Örneğin, Hrant Dink’in vefatının, yani ona yapılan suikastın, üzerinden 5 yıl geçmesine rağmen adalet yerini bulmamıştı ve ‘Adalet Talebimiz Var’ adında bir inisiyatif kurarak bu noktada öncelikle İslami kesim aydınları olmak üzere tüm partilerle görüşmeler yaparak ve onların da bu inisiyatife katkı sağlamalarını istedik. Ardından ortaya çıkan bu ortak akıl ve birikimle devlet yetkilileri ile görüşmeler yaparak bu konuyu gündeme taşıdık. İkinci olarak medyada çoğalan ve çirkin olarak tabir edebileceğim haber ve içeriklerin artması üzerine de ‘Sessiz Kalmamak Gerek’ inisiyatifini oluşturduk ve bu tür haberlerin azaltılması adına faaliyetler yaptık.

Tabii bunlar bir taraftan devam ederken, o meşhur çözüm süreci başladı. Bizler de bu sürece katkı sağlamak için ‘Kocaeli Barış Platformu’nu Kocaeli’nde yerel bir barış inisiyatifi olarak kurduk. Bu platformu oluştururken tek amacımız yürütülen barış görüşmelerine nasıl katkı sağlayabileceğimiz ve devamlılığıydı. Bunu da yaparken her kesimden insanı bu amacın etrafında bir araya getirmeyi başarmıştık. Bu meyanda birçok etkinlik, paneller, sempozyumlar, çeşitli çalışmalar ve açıklamalar yaptık.

Ama ne yazık ki, barış süreci siyaseten bir anda bitirildi. Bizler durmadık ve barış demeye devam ettik. Özellikle sosyal medyadan barışı hatırlatan sözler, fotoğraflar ve resimler paylaştım. Bunu yaparken de genel manada mesajımız çatışma yoluyla bir yere varılamayacağı ve barışın esas olduğu üzerineydi. Ama öyle bir zaman oldu ki, bu dönemde barış kelimesini kullanmak bile suç olarak görülmeye başlandı ve terörist ilan edilmeniz için yeterli bir gerekçe olarak görülmeye başlandı. Düşünün yani, “barış” kelimesini kullanmanız terörist olmanız için yeterli görülüyordu. 

Barış Akademisyenleri diye bilinen bir grup akademisyenin barış görüşmelerinin bitirilmesi ve ortaya çıkan çatışma durumunun ardından bir bildiri yayınlayarak barışa vurgu yapmalarının ardından hayatları karartıldı ve üniversitelerinden atıldılar. Ben de bu dönemde yaptığım sosyal medya paylaşımları sebep gösterilerek 27 yıllık kamuda yaptığım doktorluk mesleğinden ihraç edilerek uzaklaştırıldım. Tabii sonrasında her bir KHK’lı gibi özel sektör de dahil hiçbir yerde iş bulamadım. Bu şekilde damgalanmış olmayı ve toplumsal dışlanmışlığı ben Nazi muamelesine uğrayan insanların düştüğü duruma benzetiyorum. İhraç edildikten sonra da durmadım, bir grup Müslüman aydınla ” Hak ve Adalet platformunu” kurarak 2017 referandumunda “hayır” çalışmaları yaptık ve iktidarın kötü politikalarını eleştiren etkinliklere imza attık.

Siz de KHK’lı olduğunuzu söylediniz…

Evet KHK’lıyım. 

KHK sonrası işimi kaybettikten sonra yaşadığım çevrede ve yakın illerde yaptığım iş başvurularının hiçbirisi KHK’lı olduğum gerekçesiyle dikkate alınmadı. Ancak 6 ay sonra Türkiye’nin doğusunda Batman şehrinde bir özel hastanede iş bulabildim. Bir vebalı gibi görülüp toplumdan dışlanmaya başladık. Batman şehrine de çok doktor gitmediği için ancak orada iş bulabildik. 

Batman’da çalıştığım dönemde de yazı işlerine devam ettim. Farklı mecra ve gazetelerde 2007 yılından beri yazdığım makaleleri burada da devam ettirdim. Bu şekilde medyada ve sosyal hayatta hak savunuculuğuna devam ettim. Bu yeni hayatıma ve şehre alışmıştık ki, Halkların Demokratik Partisi (HDP) bana 24 Haziran 2018 seçimlerinde Kocaeli’nden birinci sırada vekillik teklifi yaptı. Benim bu partiye üyeliğim de bulunmuyordu bu teklifi aldığımda. Hatta siyasete atılmak diye bir fikir de yoktu zihnimde. Daha çok çalışmalarıma odaklanmış, köşe yazıları yazıyordum. Sivil toplum çalışmaları ve rapor çalışmaları gibi faaliyetler içindeydim. Zor bir karar oldu bu benim için ama yapageldiğim hak savunuculuğunu vekil olarak daha rahat yapabileceğimi düşündüğüm için vekillik teklifini kabul ettim. Zor karar olması bağımsız, tarafsız duruşuma halel gelebileceği endişesiydi. Tabii Türkiye’nin batısında Kürtlere yönelik onların haklarını konuşmak ve savunmak çok zordur, bu arada… Bunun da bilinci içerisinde bu işe giriştik ve beklediğim gibi çok ciddi engellemelerle karşılaştık. Bunun nedeni de batı şehirlerinde Kürt meselesini konuşan bir partinin adayı olmanın çok zor oluşudur. Kocaeli gibi bir yerde sahada çok büyük engellemelerle karşılaştık. Tüm bu karşı engellemelere rağmen bizler kampanyamızı yürüttük ve oylarımızı artırarak Kocaeli’nden vekil seçilmiş olduk. 

Engellemeler olduğunu belirttiniz, bazı örnekler verebilir misiniz?

Sizler bu engellemeleri görseniz gerçekten hayretler içerisinde kalırdınız. Burada özellikle iktidarın polisleri tarafından organize edilmiş birtakım grupların üzerimize saldırtılması, arkadaşlarımızın darp edilmesi, yaralanması ve benzeri daha birçok önceden başımıza hiç gelmemiş hadiselerin yaşandığı bir seçim süreci yaşadık. Devletin ve iktidarın inanılmaz engelleme girişimlerine rağmen ve seçimin tüm zorlukları da üzerine konursa, yapılan başarılı bir kampanya ile biz Kocaeli’nde seçimleri yine de tüm zorluklara rağmen kazandık. 

Tüm bu engellemeler yetmiyormuş gibi, benim görevimden ihraç edilmemi sağlayan Kocaeli’ndeki kamu görevlileri de benim buradan seçilmemi istemiyorlardı. Kocaeli’nde beni kamu görevimden uzaklaştıran vali daha sonra Diyarbakır Valiliğine atanmıştı. Seçimler sonrası benim vekil olduğumu duyunca çok rahatsız olduğu haberini aldım. Biz KHK’lıların ve tabii ki hak savunucuları olarak yaptığımız her şey iktidarın ve unsurları tarafından büyük rahatsızlık duyularak karşılanıyordu. Bizler istenmeyen insanlardık! 

Neden?

Çünkü biz onların zulümlerini görüyorduk ve onları göstermeye çalışıyorduk. Ve bunu da sivil inisiyatif faaliyetleri şeklinde yapıyorduk. Tabii iktidar ve unsurları bizim bu faaliyetleri siyaset alanına taşıyabileceğimiz ve onlar üzerindeki mevcut baskımızı artıracağımız nedeni ile kendilerince bundan büyük rahatsızlık duydular. Aynen düşünüldüğü gibi sivil toplum, medya organları ve sosyal medya üzerinden yaptığımız tüm faaliyetleri siyaset alanına taşımış olacaktık. Ve bu onları rahatsız etti. Bizler ise bu yeni ortamda, siyaset meydanında, daha etkin ve yoğun bir çalışma performansı ile üç buçuk yılımızı tamamlamış olduk. Bu arada bu süreçte 4 ay boyunca vekillik yapmam tutukluluk ve devamında oluşturulan suni hukuki gerekçelerle engellenmiş olsa da mecliste en çok soru önergesi veren üç vekilden biri olmakla birlikte aynı zamanda Adalet Bakanlığına en çok soru önergesi veren milletvekiliyim. Hayatımın ilk dönemi gibi siyasete atıldığım bu ikinci dönemde de hak mücadeleleri ve savunuculuğuna ivme kazanmış şekilde devam ediyoruz. Bundan vazgeçmedik.

Biraz bahsettiniz ama barış sürecini ve detaylarını kısaca anlatabilir misiniz? 

Evet. Bu soruya cevap vermek için önce olayın evveliyatını anlatarak başlamak lazım. Kürt meselesi aslında Türkiye’nin bir etnik meselesidir. Tabii Türkiye’de farklı birçok etnik ve dini meseleler de var, ama Kürt meselesi bunların en başında gelmekte. Yaklaşık 20 milyon Kürt nüfusu olmasına ve Kürt halkı problemlerinin çözülmesini istemesine rağmen bu problem hep ötelenmiş ve çözümsüz bırakılmıştır. 

Yani “Bu insanlar ne istiyor?” denirse, kendi dillerini konuşabilmek ve kültürlerini yaşamak istiyorlar. Maalesef burada şunu belirtmeliyim ki iktidar ve devlet politikaları sürekli Kürt halkının aleyhine gelişim göstermiş ve bir sonuç elde edilememiştir. Neden? Cumhuriyetin kuruluşu ve yeni devlet kurulduğu bu dönem çok sarsıntıların yaşandığı bir dönemdi. Osmanlı İmparatorluğu ve çöküşü sonrası, yeni kurulan Cumhuriyet bir seçim yapmak durumundaydı ve Kürt meselesi masadaydı o zaman ve bu konuyu hakkaniyete uygun bir şekilde çözmeye kurucu liderler yanaşmadılar. Peki ne yaptılar? Kendilerince daha kolay olacağını düşündükleri bir yöntem olarak herkesi Türk kabul eden Türklük Sözleşmesi altında birleştirme stratejisini hayata geçirdiler. Bunun tutmayacağı belliydi. Kürtler bu duruma karşı çıkmaya başladılar. Şeyh Said, Dersim meseleleri ve katliamı ve aynı şekilde Koçgiri isyanı gibi olaylar Kürt halkının izlenen bu politikaları kabul etmediklerini ve bunun mücadelesini verebileceklerini gösterdi. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren önemli itirazlar gelmeye başladı. Çünkü bu politikalar sosyolojinin doğasına aykırı şeyler. Bir kavmin ırkının, dilinin, dininin, kültürünün, örfünün ve adetinin reddedilmeye çalışılması sadece mevcut problemi daha da derinleştirerek günümüze kadar gelmesini sağladı.

Burada bir şeye dikkatinizi çekmek isterim. Cumhuriyetin ilk yıllarında Kürt toplumu tepkisini gösteriyordu ama sosyoekonomik yönden seviye düşük olduğu için çok etkin olamıyorlardı. Ne yapacaklarını ve haklarını nasıl savunacaklarını çok bilmiyorlardı. Zamanla sosyoekonomik değişim ve dönüşümler Kürt toplumunda da etkisini gösterdi ve entelektüel olan insanların sayıları arttı. Üniversite eğitiminin yaygınlaşması bunda önemli rol oynadı. Yani burada sosyoekonomik ve sosyokültürel seviyesi düşük olan Kürtler belki itiraz etmeyi çok beceremiyordu veya düşünemiyordu ama bu yeni üniversiteli Kürt gençler bu noktada önemli bir çığır açtı.

Aslında insanlar Kürt problemini son 40 yılın bir sorunuymuş gibi düşünürken veya böyle bir algı varken bu problemin Cumhuriyetin çok erken dönemlerinde başladığını ve daha eğitimli ve donanımlı hâle gelen Kürtlerle bu problemin daha farklı bir boyuta ulaştığını söylediniz.

Tabii. Cumhuriyetin ilk uygulamaları Kürtlerde hemen tepki oluşturdu, haklara riayet istediler. 1950’den itibaren yükselen bir entelektüel Kürt hareketi var. 1959’larda bir grup Kürt üniversiteli genç ve aristokratlarının cezaevlerine atılması ile iyice netleşerek belirginleşen ama hâlâ siyasi etkinlik ve toplumsal hareketlilikte güçsüz olan bir hareket var, Tabii bu hareket gittikçe de güçleniyor. 1960’lara gelindiğinde ve 68 sol hareketlerinin yükselmesi esnasında, Kürt hareketi de bu yükselişini devam ettiriyor ve Türk solu ile ayrışmaya gidiyorlar. Yani Kürt meselesinde hak arayışı Türkiye’de sol lokomotifi içinde gerçekleşirken sağ hareketlerinin bu noktada Kürt hareketi üzerinde bir etkisi olmadı. Bunun nedeni olarak sağ diyebileceğimiz hareketlerin Kürt sorununa inanmadığından etkisiz kaldığı söylenebilir. Sol cenahtan ortaya çıktı dediğimiz bu Kürt hareketin yanı sıra sağ muhafazakâr ve dindar Kürt camiası bazı şeylerden rahatsız olsa da itiraz ve isyan etmeyi çok fazla düşünmüyorlardı doğrusu. Burada şunu da belirtmek isterim, bu düşünce yapısının temelinde İslam kardeşliği düşüncesi etrafında bu meselenin çözüleceğinin düşünülmesi ve bu problemin etnik bir problem olarak görülmemesinin etkisinin olduğu söylenebilir.

68 kuşağıyla yükselen gençlik hareketleri Türk solu ile Kürt solunun da ayrışmasına yol açtı ve bu ayrım Kürt solunun daha da belirginleşmesini sağladı. Şu anda PKK örgütü öne çıkmakta. Aslında bu sürece kadar birçok Kürt örgütü ve yapılanması Kürt haklarının savunulması adına PKK’ya gelinen süreçten önce ortaya çıkmıştı. 12 Eylül’e kadar bu örgüt ve yapılanmalar Kürt hakları için çatışan ve liderlik yapan hareketlerken Öcalan hareketinin ortaya çıkmasıyla bu Kürt örgütlenme ve yapılanma durumları da değişmeye başladı. Öcalan tüm bu farklı grupları baskı yoluyla kendi örgütünün altında topladı. Öcalan’ın örgütü illegal bir örgüt olsa da toplumsal bir karşılık buldu. Ve devletle çatışma gibi çok zor işlere soyunmasına, neticesinde ölümlere yol açmasına ve aynı zamanda bölgedeki derebeyleri ve feodal yapılarla da mücadele etmesine rağmen bu durum Kürt halkı içerisinde destek bulmaya devam etti. Normalde Türk sol örgütleri bu tür aktif çatışma ve eylem boyutuna geçtiğinde kısa zamanda tutunamadıkları için silinip gitmişlerdi. Mahir Çayanlar ve Deniz Gezmişler burada bu noktanın iyi anlaşılabilmesi adına örnek verilebilirler. Ama bu durum Kürt problemi etrafında incelediğinde Türk sol hareketi gibi olmadığı ve farklı seviyede cereyan ettiği görülüyor. Bunda en büyük etken, Kürt meselenin toplumsal bir tabanının ve karşılığının olmasıydı. 

Kürt halkının yıllarca haksızlığa uğraması ve bu duruma karşı önce pasif sonra aktif mücadele eden grupların ortaya çıkması, ister istemez Öcalan hareketinin temelini oluşturmuş ve buradan bulduğu güçle Öcalan PKK’yı kurmuştur. Devletin tüm engellemelerine rağmen bu hareket bu günlere geldi. Size şunu söyleyeyim: 1984’te Diyarbakır Cezaevi’nde bu örgütü bitirmek için o kadar işkenceler yapmalarına rağmen halk desteği daha da arttı. Aynı seviyede Türk solu baskı altına alınsaydı hemen silinip giderdi. Devlet bunları hiç anlamadı veya anlamak istemedi. Kürt solunu Türk solu gibi düşünüp “bu Kürt hareketlerini de 3-5 ay baskılarsak kaybolurlar” diye düşündüler ve hareket ettiler ama bu yok oluş hiç gerçekleşmemişti. Çünkü Kürt meselesi farklıydı ve toplumsal bir karşılığı vardı. Ve bildiğiniz gibi, bu illegal örgüt devletle cephede savaşmasına rağmen günümüze kadar geldi. Toplumsal desteğin bu örgütün güç kaynağı olması bunda en büyük etkendi. Peki ne oldu da bunca yıl devam eden mücadeleler sonrası hiçbir çözüm bulunamadı bu soruna? Zira bu meselenin silahla değil, siyaseten çözülmesi gereken bir hadise olduğunu bunca süredir yaşanan olaylar apaçık gösteriyor. 

Olayın siyaseten çözülebileceğini belirttiniz. Bu ihtiyaç toplumdan gelen bir talep olarak mı ortaya çıktı yoksa olay devlet eliyle mi bu noktaya evrildi?

Devlet ve iktidar yetkilileri hep böyle bir kırım ve bu problemi inkâr politikası ile hareket ettiler. Yani, “biz böyle bir sorunu tanımıyoruz” ve hatta “böyle bir problem yoktur” dediler hep. Tabii siyaseten böyle davranırlarken, bilinç altlarında bu izledikleri politikaların yanlış olduğunu hep biliyorlardı. Nereden biliyoruz bunu biz? Yazdıkları hatıratlarından. MİT yetkililerinden ve ordu kurmaylarının söyledikleri ve yazdıklarından biliyoruz. Mesela eski Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın hatıralarında bu konu hakkında yazdığı notlar var. “Kürt meselesinin vurmak ve kırmak yoluyla çözülemeyeceği, bunun çözümünün siyaseten mümkün olduğunu” yazmış kendisi, sanki bir Kürt siyasi hareketi mensubu gibi. Şunu diyebilirim burada: Devlet yetkilileri de biliyor bu işin şiddetle çözülemeyeceğini ama cesaret edip bir strateji de geliştirmiyorlar. 

Türk devletinin Kürtlerin haklarını vermemesi Osmanlı döneminde ayaklanıp, devletten kopan milletlerin olması ve bundan dolayı devlet aklında oluşan bir tür güven bunalımı ve neticesinde ortaya çıkan korkulardan dolayı devletin atması gereken bu adımları atmasına engel oluşturuyor olabilir mi?

Tabii, bunun da etkisi var. Bu devlet psişik bir travma etkisi ile kuruldu. O dönemde Osmanlı her yerde kaybediyor ve neticesinde dağılıyor, parçalanıyor; hatta öyle bir seviyeye geliyor ki Türkiye’nin bile elden gitme durumu var. Türkiye böyle bir ortamda kuruluyor ve sürekli böyle bir bilinçaltı, psişik travma durumu devam ediyor. Devlet hep, “eğer biz Kürtlere en ufak bir hak verirsek, aynı şey tekrar eder, onlar da bizden ayrılırlar” endişesi ve korkusu ile olaylara bakmaya ve değerlendirmeye devam ediyor. Kürt halkı adına bu manada korku ile hareket edilmeseydi ve bu toplumun hakları verilseydi hem olaylar bu boyuta gelmezdi hem de ayrılma ve parçalanma gibi şeylerin olmayacağı yakinen görülmüş olurdu. Çünkü hakları verilen Müslüman bir Kürt halkı Müslüman Türk halkına silah doğrultmazdı ve meseleler bu seviyeye gelmezdi. Hacda birlikte oldukları Türk halkı ile dini hassasiyetleri yüksek olan bir Kürt toplumundan, binlerce yıl bu topraklarda birlikte yaşamış, evlilik yoluyla iç içe geçmiş ve ülkenin geneline yayılmış bir topluluktan bahsediyoruz. Şu anda İstanbul dünyanın en büyük Kürt şehri mesela. Sadece güneydoğuda Kürtler yok ki. Türkiye’nin her yerlerindeler. Yani şimdi herkes de biliyor ki bu iş böyle bölmekle veya ayırmakla falan değil, bütünleşmekle olur ama Kürtlere devlet bu güvenceyi maalesef vermedi. Hani “ben seni tanıyorum, senin şu haklarını amasız veriyorum” demedi ve bunda “ben sana bu hakkı verirsem başıma iş açılır, ayrılıp gidersin, bölünmek istersiniz” gibi bir anlayış sürekli hâkim oldu. Ve devlet bu haklarda pazarlık yapmak istedi hep. Ben Kürt değilim, Türküm ve şimdi bana “gelin, ana dilde pazarlık yapalım dense” bu olabilir mi? Annelerimizden öğrendiğimiz dil neyse onunla büyüyoruz; şimdi “bu dil için sen şunu yaparsan, ben sana bunu veririm” demek, pazarlık unsuru gibi bu konunun görülmesi yanlış. Başka dil bilmiyorum ki! Nasıl böyle bir konuda pazarlık olabilir ki? Sonradan başka dil öğrenmek başka bir şey ama ana dil de bambaşka bir şey. Bu benim en temel anlamda kendimi ifade etme biçimim aynı zamanda. Çözüm sürecinde “bizlere anadilde eğitim verin” dendiğinde, devlet bunu yine bölünme veya ayrılmaya sebep olabileceği gibi benzeri düşüncelerle reddetti. Bilinçaltındaki onlarca vehim ve korku devletin bir türlü bu problemi anlayıp çözmesini engelliyor. Avrupa çok dilli ve birden fazla resmi dili olan ülkeler var. Ve bu ülkelerde herkes anadilinde eğitim yapabiliyor. Ama Türk devleti bu manada bir türlü bu reformu gerçekleştiremedi ve problemler korkularının tesirinde çözümsüz kalıyor. Kürtler arasında gerçek bir anket yapılsa ve “Bölünmek ister misiniz?” diye sorulsa, halkın %90’nı “hayır” der, “birlikte yaşadığımız bu toprakları niye ayıralım ki?” derler, ama “hakkımı ve hukukumu kimse devlet adına çiğnemesin” isteğindeler. İşte tüm bu olaylar, çatışmalarla çözülemeyen bu problemlerin çözümünün siyasi bir yolla olabileceğini göstermiştir ve işte bu şekilde partileşme süreçleri ortaya çıkmıştır. 1990’lardan beri birçok Kürt partisi kuruldu ve bu partiler sürekli kapatıldılar, aynı Erbakan hareketinin partileri gibi. En son da Halkların Demokratik Partisi (HDP) 2012’de kuruldu. Peki bu kapatmalar durdu mu? Hayır. Şimdilerde yine partimize karşı bir kapatma davası açılmış durumda. Kürt meselesinin sorunlarını siyasi ortamda, yani legal alanda, çözmeyi talep eden, özellikle ana dilde eğitim ve Kürt dilinin resmi dil olarak tanınmasını isteyen bir siyasi partiden bile rahatsızlık duyuyorlar. Mesela devletin TRT Kürdiyi kurması, devletin Kürtçe ana dilde eğitim hakkının reddetmesinin ardında “ben istersem”cilik olduğunun kanıtı. “Dün böyle bir televizyon kurdurmadım, şimdi kurduruyorum.” O zaman “ana dilde eğitim hakkını da ver” dediğinde, “yok, istediğimi veririm istemediğimi vermem” keyfi durumuyla karşılaşıyorsunuz.

Bu ülkede bir zaman Kürtçe konuşanların cezalandırıldığı bir dönem de yaşandı. Devlet dairelerinde insanların Kürtçe konuşmalarına izin verilmezken, bir de bu insanlar aşağılandılar. Bu acılar ve yaşanılanlar dededen babalara onlardan çocuklara aktarıldı, nesillerden nesillere. İnsanların sokakta bile bu dili konuşması yasaklandı. İnsanlar buna doğal olarak itiraz etmeye başladılar. Devlet bu itirazları bile aşırı gördü ve bu insanlar ceza evine atıldılar. Bu insanların hayatları hapiste geçti. Şimdi sizler bir Kürt vatandaşın hayatına baksanız, ki ben bunu Kürt politikalarını merkezine almış bir Kürt partisinin Türk vekili olarak yapıyorum, görüyorsunuz ki, bu insanların hayatları hep hapishane etrafında geçmiş ve geçiyor. Ya dedesi ya babası veya kardeşi ya kendi birileri hep oraya girmiştir. Ve bu mesele hep böyle devam ediyor. Bu da çok büyük acılara sebebiyet veriyor. Bunlar Kürtlerin haklarını istedikleri için başlarına geliyor. Türklere sorduğunda ise ‘ya Kürtlerin neyi eksik, otursunlar oturdukları yerde’ diyorlar. Ama bunu bir de o acıları yaşayan Kürtlere sormak lazım. Çünkü maddi ve manevi her alanda bu sıkıntıları ve bu sendromları yaşayan kendileri. Burada diğer bir problem de Kürtlerin yaşadıkları problemleri anlatmakta zorlanmaları. Yaşanan olaylar da genelde güneydoğuda olunca yaşanan acıları farklı bölgelerdeki insanlara da anlatmak çok zor oluyor. Çatışmaların çoğu Kürt illerinde yaşanmış ve bu ortamlarda siviller ve özellikle de çocuklar ve kadınlar ölmüş, sonra bunları görenler dağa çıkmışlar. Burada çocuklarını kaybeden aileler ve bu toplum büyük bir travma halinde. Yani sosyokültürel olarak her eve bir ateş düşmüş ve halen bu ateşler düşmeye devam ediyor. Cezaevlerinde binlerce Kürt mahpus var hâlâ. Bir taraftan çözümsüzlüğü size dayatan bir devlet, diğer tarafta da problemin toplumda olan etkisi ile mecliste üçüncü parti olmuş HDP’nin bunları çözmek için sunduğu reçeteler var. Burada şunu da belirtelim ki, Kürtlerin hakları konusu devletin söylediği gibi önemsiz olsa, HDP milyonlarca seçmenin oyunu alıp üçüncü büyük parti olarak meclise giremezdi. HDP’ye oy verenlerin %99’u bu partinin Kürt haklarının çözülmesi adına yaptığı faaliyetlerden dolayı bu partiye oy veriyor ve bunların hepsinin Kürt meselesinin ne kadar önemli olduğunu ve halk için bu konunun basit olmadığı ve bu konunun çözülmesini istediğini gösteriyor. Burada devletin ve halkın genel olarak 3-5 bomba ile, silah sıkarak bu konuyu çözemeyeceklerini anlamaları lazım. 

Bu yaşanılan acılar ve Kürt halkının yaşadıkları çok üzücü. Bu nedenle mi çözüm süreci çok önemli belki bir umut olarak görüldü?

Ben yıllardır Kürt meselesini yakından takip eden bir insan ve Kürt meselesinin çözümünü sürekli talep eden bir kişi olarak Kürt meselesiyle ilgili bir çözüm şansı olduğunda da bunu en çok destekleyen kişi oldum. 2013’te çözüm süreci başladığında biz bayram ediyorduk. Yani “büyük acılar çekilen, Türküyle Kürdüyle on binlerce insanın öldüğü bu meselede bir barış şansı varsa biz de elimizi taşın altına sokalım ve elimizden gelenin maksimumunu yapalım” dedik. Ben o zaman HDP’de falan değildim. Yani herhangi bir parti üyesi de değilim. Bu dönemlerde motivasyonumuzun sebebi siyasi nedenlerden daha çok insan hakları savunuculuğu idi. Bundan dolayı da bu sürecin başlamasını bizler alkışladık ve destekledik. Devlet çözüm sürecinde çözümün ortak akılla gerçekleştirilebilmesi adına oluşturduğu aydın, gazeteci ve sanatçıların yoğunlukta olduğu 63 kişilik bir Akil İnsanlar heyeti oluşturulmuştu. Kocaeli’ne bu heyet geldiği zaman bu meseleye vukufiyetim dolayısıyla bana “Kocaeli adına orada bulunduğumuz zaman zarfında bize siz ev sahipliği yapabilir misiniz?” dediler. O zaman bu heyette şimdiki parti genel başkanımız Mithat Sancar ve Ali Bayramoğlu gibi önemli şahsiyetler de vardı ve bana dediler ki “biz Kocaeli’nde bu meseleyi bilen biri olarak size güveniyoruz” ve “senin bu işi yürütmeni planlamanı organize etmeni isteriz” dediler. Bunun üzerine biz de tamam dedik. Yapılması gereken tüm program ve aktiviteleri bizler önce planladık sonra bu konularda Kocaeli Valiliği’ne ve Emniyet Müdürlüğü’ne bu noktada direktiflerimizi verdik. Çözüm süreci aşamasında ve Kocaeli ilinin saygın insanları olmamız hasebiyle Valilik ve Emniyet Müdürlüğü bizim tekliflerimizin hiçbirini geri çevirmediler. Ben aynı zamanda Akil İnsanlar Kocaeli’ne gelmeden önce, iktidar partisi olan AKP’nin il başkanı ile HDP’nin il başkanını bir basın toplantısında bir araya getirdim ve benim moderatörlüğümde bu insanlar kamuoyuna konuştular. Yine bu insanlarla Akil İnsanlar heyetinin ziyareti çerçevesinde ilimize yapılacak ziyaretin programını birlikte oluşturduk. Ben burada tabii katalizör, kolaylaştırıcı ve işleri hızlandırıcı olarak bu iki partinin yanında bulundum ve onlara destek oldum. Kocaeli’nde milliyetçi çevreler de vardı o dönemde. Bu insanların tepkilerini ve muhtemel riskleri de göz önünde bulundurup program yapmış ve kazasız belasız bu programları yapıp bitirebilmiştik. Bu programlar çözüm sürecinin PR çalışmaları olarak yapılıyordu tabii o zamanlar. 

Aslında bu çözüm sürecine en çok destek verenler, Kürt meselesinin adil ve eşitlikçi bir şekilde çözülmesini isteyen insanlardı. Hatta şunu söyleyebilirim, HDP’liler o gün itibariyle AKP’lileri eleştirecekleri çok konu olmasına rağmen “süreç ilerlesin ve tamamlansın” diye gayret ettiler ve ihtilaf noktalarını çok öne çıkarmadılar. Çünkü asıl büyük acıları Kürt halkları yaşamıştı, çoluk ve çocukları öldürülmüştü, dilleri ve kültürleri inkâr ediliyordu; tek istedikleri bu acıların bitmesi ve haklarının verilmesi idi ve “bunun için biz Erdoğan’la bile otururuz” diyorlardı, tüm şerhlerine rağmen barış isteği bu insanları bir araya getirdi ve bu çok önemliydi. Fakat bütün bunlara rağmen sonunda devlet aklının çözümü düşünmediği ve eski düzenin devam etmesini istediğini gördük. Bunu birtakım bahaneler ileri sürerek çözüm sürecini devam ettirmek istemediler ve o dönemin söylemiyle “masayı devirdiler”.

Ne oldu da masa yıkıldı? Çözüm süreci devam ederken Suriye’de iç savaşı meselesi de ortaya çıktı. Bir anda AKP ile müzakerelerin yürütüldüğü PKK örgütü masada anlaşamamaya başladılar. Tabii bu arada devlet PKK ile meşru bir plan ve program dahilinde bu görüşmeleri yapmaya başlamıştı. Bunu yaparken, HDP de devlete yardımcı oldu. Bu süreçte Kandil’e ve Öcalan’ın tutulduğu yere mektuplar gitti geldi. Devlet bu mektupların aynı zamanda Nevruz mitinglerinde okunmasını da istemişti ve bu mektuplar HDP tarafından mitinglerde de okundu. Bu denli yürütülen görüşme trafiği sonrasında bu süreç, devletin eski mantıkla devam etmek istemesi üzerine neticelendirilemedi ve çözüm süreci yerini tekrar çatışmalara bıraktı. Zaten çözümü zor bir meseleydi; masa devrilince de ortaya ister istemez çatışmalar çıktı ve bu da çözümsüzlüğü getirdi. Eğer devlet olarak “siz çatışma bitsin” diye masaya oturuyor, sonra çözüm masasından bahanelerle kalkmanızın ardından çatışmaya giriyorsanız, buradan hiçbir çözüm elde edemezsiniz. Burada iktidar eksen değiştirdiği için Kürt meselesinin çözümünden uzaklaştı. Kürt kimliğini iade etmekten ve Kürt meselesini siyasi zeminde çözmekten uzaklaşarak, bu meseleyi gündem eden parti olan HDP’yi ezmeye çalıştı. Bunu gözaltılar, tutuklamalar, kumpas davaları şeklinde yaparken, dün masaya oturduğu siyasi parti olan HDP’yi bitirmeyi hedefledi. Yani devlet siyasi bir parti olan HDP’yi kapatarak ve PKK örgütünü bitirerek bu meseleyi bitirmeyi ve çözmeyi düşünüyor. Ama biz biliyoruz ki bu meseleler böyle bitmez. Çünkü bu tür legal veya illegal hareketler bir toplumsal sorunun olmasından dolayı ortaya çıkıyor. Sizler bu tür toplumsal sorunları zihinlerde bitiremediğiniz müddetçe ortaya bu tür yapılanmaların çıkması kaçınılmaz olur. Bu aslında İslami camiada da böyle olmuştur. İslami camia da yıllarca devletin çok tokatını yemiştir. İşte başörtüsü yasakları, imam hatip yasakları, şu bu falan derken devlet hep zannetmiştir ki, “bu problemleri Erbakan’ın partilerini kapatarak çözebiliriz”. Defalarca Erbakan’ın partileri de kapatılmıştır. Sonuç olarak da hiçbir değişiklik olmamıştır. Yani dindar insanlar başörtüsü ve imam hatipler konusunda diretmiş ve en sonunda haklarını almışlardır. Ama şu anda Kürtler istediği hakları alamadıkları gibi dışlanma, ötekileştirme, siyaset alanı dışına itilme ve kurdukları partilerin kapatılması gibi zorlamalara da maruz bırakılıyorlar.

Siz de birçok kişi gibi “bu meselenin çözümü siyaseten mümkün” dediniz ama burada konuştuğumuz gelişmelere bakınca bu sorunu gerçekten siyaseten çözmenin mümkün olduğunu düşünüyor musunuz? 

Şimdi hakikaten şu var: Benim hem insan hakları savunuculuğum ve hem de siyaset alanında yaptığım gözlemlerime göre devlet bu meseleyi çözmek istemiyor. Yüzyıllık mantığı devam etsin istiyor.

Devlet derken sadece iktidarı kastetmiyorsunuz değil mi?

Evet. Devletin tamamını kastediyorum, tüm unsurlarıyla. Siyasi partiler ne kadar muhalif bir kanattan gelseler de devletin bu meselede anlayışını devam ettiriyorlar. Mesele bu. Bununla birlikte “devlet aklı” dediğimiz bu şey yüz yıldır devam eden bu sorunu yeni bir yöntem bulup çözmek istemiyor. “Yüz yıl önceki metotla ben bu işi çözeceğim, olmasa dayatacağım, daha ileri giderlerse çatışarak bunları ezip geçerim” mantığıyla oluşan hâkim anlayıştan dolayı bu meselenin çözümüne yaklaşmıyorlar.

Aynı zamanda devlet,     “bir durup bu konuyu da bir anlamaya çalışayım” demiyor. Yani “ben bir geri adım atayım da bu meseleyi anlamaya çalışayım, bu yolla Kürt halkını da kazanmaya çalışayım” gibi hiçbir düşünceleri de yok. İşte şu anda binlerce Kürt siyasi mahpus var cezaevlerinde ve onların ana babalarını ve kardeşlerini düşünün, devletin bu tutumu hiçbir şeyi çözmezken sadece mevcut ateşi harlıyor. Sorunuzda sorduğunuz üzere, evet bu mesele siyaseten çözülebilir ama dayatmacı bir devlet ve iktidar mantığı bu meseleyi çözmek istemiyor. Tavrı hep, “sen benim dediğimi kabul edeceksin, boyun eğeceksin ve ben de onu göreceğim ve bu meseleyi ancak böyle çözeceğiz” diye bakıyorlar. Bu da meselenin çözümünü zorlaştırıyor.

Devlet bu politikaları neden başarısız oluyor? 

Necmettin Erbakan hareketini 1970’lerden beri takip ederim. Bunda en önemli etken siyasi bir ailede içerisinde neşet etmemdir. Benim ailem, özellikle babam, rahmetli Erbakan ve Necip Fazıl Kısakürek hareketlerinden gelmiş bir insandı. Biz gözümüzü açtık, İslami legal hareketleri takip eden bir ortamda büyüdük. 1973’te ben Milli Selamet Partisi’nin seçim sonuçlarını küçük bir yaşta olmama rağmen abimle beraber takip eden bir insandım. Çünkü dediğim gibi siyasi bir yerdi bizim evimiz ve seçim sonuçlarını sabaha kadar takip eden bir aileydik. Şimdi o zamanlar biz tüm baskılara rağmen, mesela Erbakan’ın galip geldiğini ve yükseldiğini görüyorduk. Ve bu hareket ne kadar devlet engellemesine uğrasa da en sonunda bazı değişimler yaşayarak bu haklarını kazandılar. Bu hareketin içinden gelen Recep Tayyip Erdoğan yeni bir parti kurdu ve devletin başına geçti bir şekilde. Yani bazı şeyleri durduramıyorsunuz, Kürt hareketinde de böyle bir durum var. Toplumsal bir temeli olan bir hareketi durdurmak mümkün değildir. Egemen olan güçler bunu anlamıyorlar ve zannediyorlar ki, “3-5 sille atarsam, bir parti kapatırsam; bombalar yağdırayım, hop bu iş bitsin”. Bu iş böyle bir şey olmamakla beraber, bu çok derin bir mesele. Burada konuştuğumuz bu konunun 200 yıllık bir tarihi var. Bunun son yüzyılı Türkiye Cumhuriyeti ile alakalı meseleler olmasına rağmen son 200 yıldır bu toprakların kanayan bir yarasıdır. Atatürk Cumhuriyeti kurduğu zaman önündeki masada Kürt meselesi vardı ve hani artı bir şekilde bu konuyu çözebilirdi ama çözmeyi düşünmedi. Aslında çözümünü şu anda konuştuğumuz politikalar ile çözmenin yoluna baktı. Ne oldu bu yolla? Bu meselenin çözümsüz kalması ile halk tarafından hâlâ ödenmekte olan bir fatura var ve mesele kilitlenmiş halde hâlâ önümüzde durmakta. Hâlâ bu meselenin siyasi çözüm ile çözülebileceğini düşünüyorum ama farklı yöntem ve metotlarla. Çünkü Kürtler genel olarak çözüm yanlısıdırlar ve çözüm sürecini en çok destekleyenler Kürtler olmuştur. Ülkenin batısındaki halka göre Kürtler “yeter ki bir çözüm olsun ve çocuklarımız ölmesin artık” mantığı ile daha büyük destek vermiştir. Neredeyse yüzde yüz destek vermiştir. Devletin onca yaptıklarına, hükümetlerin tutumlarına rağmen “gelin, bu meseleyi çözelim” diyen bir Kürt hareketi var ortada. Ve bu halk “lanet olsun, ayrılalım, bölünelim” demiyor, “gelin bu işi çözelim” diyorlar. Çözüm bulunamadığı sürece de ihlaller ve çatışmalar bitmiyor ve bu ortamlarda silahların atıldığı bir yerde çocuklar başta olmak üzere halk bu çatışmalardan en çok etkilenen kesim oluyor her zaman. Bakın son 10 yılda zannediyorsam 289 çocuk bu olaylarda öldü. Zırhlı araçların altında kalan da var, bomba patlaması sebebiyle ölen de. Eğer yaşadığınız yer itibariyle bir çatışmanın içerisinde iseniz, size her an bir şey isabet edebilir. Ve bu çatışmalar İzmir’de yaşanmıyor ki; Diyarbakır ve çevresindeki şehirlerde yaşanıyor. Tabii batıda sadece cenazeler gittiğinde insanlar “evet çatışma oluyor” diye yaşanan olayları duymuş ve hissetmiş oluyor ama çatışmanın ortasında yaşayan Kürt halkının tamamı bundan etkilendiği için bunun da etkisi batıdakilerin hissetmesinden çok daha farklı ve derin oluyor. O yüzden Kürt halkı çözümden başka bir çare bilmiyorlar. Anadolu’da kan bağıyla iç içe geçmiş bir toplum var, biraz araştırılsa insanlar diyecektir “benim annem Türk, babam Kürt’tür” veya tersi. Bundan dolayı Kürt halkı bu meselenin çözümünün barıştan geçtiğini çok iyi biliyor.

Size Selahattin Demirtaş ve diğer tutuklu HDP’li vekilleri sormak istiyorum. AİHM kararlarına rağmen bu insanları devlet neden tutsak olarak tutuyor?

Az önce söylediğim meseleden dolayı. Devletin bu meselede dayatmacılığı ve insanların da bu dayatmalara karşı boyun eğmesini istemesine karşı durdukları için bu insanlar bu şekilde tutuluyorlar. Şimdi “çözüm sürecinde masaya oturalım” deniyor, illegal olarak görülen birçok şey legal hâlâ getiriliyor ve masada olan Selahattin Demirtaş’a bazı görevler verilerek İmralı ile devletin arasındaki irtibatı sağlaması isteniyor. Bunlar olurken bu insanlar İmralı’ya yüzerek gitmediler, kendileri de gitmediler. MİT kendi kosterleriyle Bursa’dan alıp Demirtaş’ı İmralı’ya götürdü. Mektup trafikleri oldu, az önce de söylediğim gibi bunlar Nevruz mitinglerinde okunması istenen ve okunan mektuplar aynı zamanda. Bu masada Selahattin Demirtaş ile birlikte Sayın Ahmet Davutoğlu da vardı. Ama sadece Demirtaş terörist ilan edildi. Neden? Neymiş Öcalan’la fotoğraf çekilmiş. Bu insanı oraya gönderip, sonra “onunla neden fotoğrafın var?” demek ve onu terörist olarak lanse edip sonrasında hapse atmak, devletin “ya benim dediğim gibi her şeyi kabulleneceksin” dayatması veya “hapse gidersin” tehdidinin neticesinde Demirtaş’ı hapse attılar. O günden beri de çıkarmadılar.

Yani devlet diyor ki “ben güçlüyüm ve gücüme boyun eğeceksin”. Kürt hareketi de diyor ki “ben de haklıyım; sen güçlü olabilirsin ama bizim de yaşadığımız büyük haksızlıklar var.” Bu sefer de devlet, “olsun, sen haksızlığa uğrarsan uğra kardeşim” diyor. Az önce söylediğim gibi zamanında bu kimlere daha söylendi. Müslüman muhafazakâr kesime başörtüsü ve imam hatip hak talepleri noktasında söylendi. 

Ben yani bakın bu iki kesimi hem Müslüman muhafazakarları hem de Kürt halkının mağduriyetlerini yakinen bilen ve içerisinde yaşayan birisiyim. Ben başörtüsü mitinglerine de katılmıştım. Biliyorsunuz MAZLUMDER derneği dindar insanların daha çok destek verdikleri bir insan hakları derneğiydi ve bizim burada iki önemli ana gündemimiz vardı, biri başörtüsü diğeri Kürt meselesiydi. Tüm bu meselelerin çözümü için uğraşıyorduk. Başörtüsünün gündemde olduğu dönemde 5 yıl boyunca her hafta basın açıklaması yapmış olan bir derneğin başkanıydım ve bu konuda çok ciddi eylemler ve faaliyetler yaparak bu hakların verilmesini istedik. Neden? Çünkü devlet haklarımızı çiğniyordu. Başörtülü bir insanın okul okuması ve kamuda görev alabilme gibi hakları engelleniyordu. Devlet “ben sana 3. sınıf vatandaş muamelesi yapacağım” diyordu o gün. Ama şimdi o gün bu zulümlere maruz kalan insanlar iktidardalar ve benzer şekilde problemler yaşayan Kürt meselesi için hiç empati yapmıyorlar ve bir de onlara “devletimiz bunu istiyor” deyip Kürt halkına dönüp “maraza çıkarmayın” diyorlar. Yani dün aynı şekilde devlet tarafından mağdur edilmiş insanlar bunu söylüyor. Ben bunu rahatlıkla söyleyebiliyorum çünkü iki kesimi de çok iyi biliyorum. Yaşanan şeyler birbirlerine çok yakın şeyler. 

Demirtaş olayının bir diğer yönü de ülke genelinde çok popüler olması ve sevilmesi de diğer bir etken olarak hapiste kalmasına sebep oluyor. Zaten bu durum hukuki olmamakla beraber, AİHM kararlarının da uygulanmadığını görüyoruz. Bunların hepsi bu yaşananların keyfi uygulamalar olduğunu gösteriyor. Bu da Demirtaş’ın bir rehine olarak hapiste tutulduğunu gösteriyor. 

Ömer bey, elinizde imkân olsa Kürt meselesinin çözümü adına nasıl bir yol izlerdiniz? Barışın gerçekleşmesini nasıl sağlardınız?

Ben Türkiye siyaset ortamını bilen, hak ihlallerine karşı yıllarca sabırla mücadele eden bir insan hakları savunucusu olarak, aynı zamanda HDP’li bir vekil olarak ve evvelinde Kürt meselesindeki insan hakları ihlallerine karşı yoğun bir şekilde mücadele eden bir kişi olarak bu meselenin toplumsal planda çözülebileceğini düşünüyorum. Devlet ve iktidar uygulamaları ile maalesef bu meseleyi bir siyasi mesele olmaktan da çıkartıp, bunu toplumsal bir mesele haline getirmiştir. Yani devlet toplumu da iğfal etmiştir. Bu yüzden toplumda Türklere bu Kürt meselesini anlatmakta çok zor bir hal almıştır. Türk toplumu “Kürtler ne haksızlığa uğramış? Ne istiyorlar ki? İşte okula gidiyorlar, ticaret yapabiliyorlar, ortada ne problemleri var?” diyen bir topluma dönüşmüştür zamanla. Bu 200 yıllık Kürt meselesinden haberi olmayanlar da olduğu gibi, haberi olup da “bir şey duymak istemiyorum” diyen bir kesim de mevcut. “Kürtler ne yaşamış?” diye empati yapmayan ve insani zeminde bu meseleye yaklaşmak istemeyen bir Türk toplumu ile karşı karşıyayız. Aslında biraz baksalar ve üzerinde düşünseler bu meseleyi anlayacaklarını düşünüyorum. Bakın ben de bir Türküm ve Kürtlerin yaşadığı travmaların hiçbirini yaşamadım. Ama bir insan hakları savunucusu olarak onların çok büyük haksızlığa uğradığını görüyorum. Bu olayı Türk entelektüelleri de böyle düşünüyor. Aynı zamanda bu meseleyi akademik seviyede inceleyen herkes yaşanan olayların hak ihlalleri olduğunu da hemen görür.

Bu meseleyi uzun zamandan beri iktidarlar eliyle de çözülmek istendi, ama çözülemedi. Ama son yaşanan çözüm süreci olayında halk biraz olayı Erdoğan’ın karizmasından dolayı büyük bir tepki ile karşılamadı. Yoksa başka lider ve iktidar olsaydı halk bu politikalara çok büyük tepkiler gösterirdi. Burada toplumun bu meseleye böyle bir bakışı var ve Türk halkı böyle bir barış sürecine hazır bir toplum değil. Bundan dolayı da toplumsal bir eğitim yapılması ve halkın buna hazırlanması lazım. Mesela doğudan kalkıp Muğla’ya giden gençler sadece ana dillerini konuştukları için bir ton dayak yiyebiliyorlar. Neden? Kendi dillerini konuştukları için. Bizler her gün böyle vakalarla karşılaşıyoruz. Bu gençler birçok zorluklarla üniversitelere giriyorlar ama bu tür ayrımcılık gördüklerinden eğitimlerini bırakıp memleketlerine geri dönüyorlar.

Burada şunu söylemek istiyorum: Hükümet ve bir kesim Kürt halkı bu meseleye dini boyuttan yaklaşıyor. İşte “biz din kardeşiyiz, bunu bu şekilde çözebiliriz” … Bu meselenin bir din eksenli problem olmadığını da anlatmak gerekiyor. Az önce de sormuştunuz, Erdoğan’a destek olan Kürtler var ve devlet bu Kürtleri makbul Kürt olarak görürken, haklarını arayan ve isteyen diğer Kürtleri şeytan Kürtler olarak görüyorlar. Peki ne oldu? AKP’nin Kürtlerden aldığı %52’lik destek bugün %23 seviyelerine düştü. Nedeni de bu meselenin hükümet tarafından anlaşılmak istenmemesi ve sanki bu mesele dini bir meseleymiş gibi düşünülmesinden kaynaklanıyor. Aslında bu mesele etnik bir problemdir ve dinle alakalı bir husus değildir. Ama devlet bunu etnik problem olarak görmediği ve herkesi Türkleştirmek istediği için bu olaya bu şekilde bakmak istemiyor. Hükümetin kendine oy veren Kürtler hakkında da şöyle bir yanlışı var, bunu da burada söyleyeyim: AKP’ye oy veren Kürtler, Kürtlere karşı haksızlık yapılmadığını düşünmedikleri için oy vermiyorlar. Her Kürt vatandaşı haksızlıkları bilir ve olduğunu söyler. Peki onlar neden bu partiyi destekliyor? Daha çok muhafazakâr olduklarından, din kardeşliği gibi etkenlerden dolayı bunu yapıyorlar. Bu Kürtler sol hareket olarak ortaya çıkmış Kürt siyasi hareketine de soğuk bakarlar. Ama sonuçta iktidarın bu meseleyi dini bir meseleymiş gibi lanse edip bu şekilde çözmeye kalkmasını da kafasını deve kuşu gibi kuma sokup gerçekleri görmek istememesinden kaynaklandığını ve bundan dolayı da ona destek veren Kürtlerin desteklerini azaltmaya başladığını görüyoruz. 

Biraz güncel olaylara gelirsek Türkiye’de son zamanlarda insan hakları karnesinde çok ciddi kötüleşme oldu, ülke bu noktaya nasıl geldi?

Türkiye’de bakın sorunlar çözülmüyor. Sorunları da çözümsüz bırakmak için ne yaparsınız? Ülkeyi demokrasiden ve hukuktan uzaklaştırırsınız ve daha baskıcı bir yapıya dönüştürürsünüz. Hani evde bir baskıcı baba düşünelim; ev içi problemleri çözemezse veya çözmek istemezse ev halkına kızıyor, dövüyor ve bağırıyor. Herkes susturuluyor bu yolla. Peki böyle olunca problemler çözülmüş mü oluyor? Hayır. Bir adaletten bahsedebilir miyiz? Hayır. Şimdi devlet uygulamaları da böyle. Problemler demokrasi ile çözülebilir. Bu ülkede hem dindar Sünniler hem Aleviler dini konumlarından dolayı problemler yaşadılar. İşte Kürt meselesi de bunlardan bir tanesi. Nasıl bu sürece gelindi? Tabii öncelikle Türkiye Avrupa Birliği’ne girmek istedi, devamında demokrasi ve hukuk yolunda adımlar atmak istedi ama sonra bunlardan vazgeçti. Türkiye’deki sorunların çözümü buralardan geçiyor. Bu meselelerin çözümü sadece AB’ye girmekte de değil, demokrasi ve hukuka dönmekle de çözülebilecek durumlar bunlar. Ama devlet bunu tercih etmiyor. Devlet diyor ki “ben o öfkeli, vuran, bağıran ve çağıran baba gibi olacağım.” Erdoğan sadece bununla da yetinmedi ve aynı zamanda “tek adam da olacağım” dedi. Erdoğan kendini dizginlemeye çalışan herkesi önce yanından uzaklaştırdı ve sonrasında her şeyin kontrolünü eline geçirdi. Bu şekilde devletin daha rahat şekilde yönetileceğini düşündü. Zaten dominant bir karakter olan Erdoğan tüm güçleri de elinde toplamış oldu. Erdoğan’a bir mesele gittiğinde, “gelin bu meseleyi konuşalım, istişare yapalım” diyebilecek birisi değil, kendi kafasına göre her şeye çözümler üretip duran birisi, esip gürleyen birisi. Bizim toplumumuz böyle yönetilebilecek bir toplum da değildir. Eğer sen devletin gücünü kullanıp böyle bir konuma gelirsen, devletin hukuk karnesi de dibe vurur. Sertlikle, baskıyla sorunların çözülebileceğini zannettikleri için, sorunlar daha berbat duruma gelmiştir. Bakın bunlardan biri Kürt meselesidir ve çözüm şansı dibe vurmuştur. Tabii kendileri binlerce insanı hapse atarak bu işi çözdüğünü düşünüyorlar ama öyle değil aslında. Kürt meselesi öyle bir hal aldı ki denklem çok daha zor hal aldı ve zorlaştı. Meselenin böyle girift bir hal alması sonrası, Kürt halkı da devlete olan güvenini kaybetti. Ve insanlar artık “bu devlet bizim sorunumuzu çözemez ve bize kötülük yapmaktan da başka bir şey bilmiyor” diyorlar. Bundan dolayı kabuğuna çekilmiş ve iyi niyetlerini kaybetmiş bir topluluk var karşımızda. Diğer taraftan da HDP çok büyük baskılar altında olmasına rağmen, seçmenini kaybetmiyor. Türkiye’deki tüm partiler oy kaybetmelerine rağmen, HDP oy oranı aynı kaldı ve hâlâ %12-13 bandında. Burada şöyle bir şey de var, HDP çok spesifik bir konu üzerine siyasetini inşa ettiği için belki yeni seçmen kazanamıyor ama mevcudu da kaybetmiyor. Peki o zaman bu yapılan baskılar nereye varır? Hiçbir yere varmıyor. HDP halen Türkiye’nin üçüncü en büyük partisi pozisyonunda kilit bir noktada ve oldukça iyi oy alıyor. Burada genellikle HDP etrafında yaşanan baskıları söylemiş oldum ama devletin tutumu tüm muhalif kesimler için aynı ve her farklı sesi susturmaya çalışıyorlar.

Gülen Cemaati’ne de karşı devletin tutumu aynı oldu. Yaşanan büyük toplumsal olaylar sonrası, OHAL ilan edilmesi ve devamında yüzbinlerce insanın ihraç edilmesi ve sonrasında bu topluluğun yaşadıkları Kürtlerin yıllardan beri yaşadığı mağduriyetlerin benzeri. Burada farklı sesler de olunsa, devletin tutumu hep aynı. Baskı ve sindirme yoluyla bu sesleri susturmaya çalışıyorlar. 

Türkiye’de güpegündüz insan kaçırma olayları da çok arttı. Bu insanları kimler kaçırıyor? Neden bunlar yaşanıyor? 

Şununla başlayayım sorunuza cevap vermeye: Bir kere devlet kurumları inanılmaz derecede yalancılar. Az önce bir programdaydım ve orada da bu bilgileri paylaştım. Cezaevlerinde son 4 ayda 28 kişi öldü. İnanılmaz bir sayı yani bu. Bu manada dünyada birinci durumdayız. Şu bir yılda %89,3 oranıyla da vatandaşını en çok hapseden ülke durumundayız. Dünyada Rusya’dan sonra 100.000 de 325 mahpus oranıyla kıl payı ikinci durumdayız. Yani birinciliği kıl payı 328’le Rusya’ya kaptırmışız. Öyle gözüküyor ki kısa bir süre sonra şampiyonluğumuzu da ilan edeceğiz. Meseleleri böyle çözmeye çalışan, cezaevlerini böyle tıka basa dolduran baskıcı bir anlayış var karşımızda. Şimdi çok yoğun bu tür ihlallerin yaşandığı bir ortamda, en vahim insan hakları ihlali olarak söyleyebileceğimiz insan kaçırma olayları da artış göstermeye başladı. Biz insan hakları savunucuları olarak birçok ihlale bakarız ama en kötü ihlal yaşam hakkı ihlalidir. Yaşam hakkı ihlali en birinci sıradadır. Bundan dolayı insanların kaçırılması, işkence edilmesi, güvenliğin ayaklar altına alınması, can ve mal güvenliğinin yok edilmesi bu minvalledir ve çok ağır hak ihlalidir. Bu yüzden bunlar birinci dereceden hak ihlalleridir. Her yıl, o yılın en çok yaşanan hak ihlaline göre o yılı bir ihlal yılı ilan ediyorum. 2020 yılını, kaçırılmalar çok arttığı için, Kaçırılma Yılı ilan etmiştim. Burada insanlar kaçırılıp yok ediliyor. Birçok kez bu kaçırmalar kameralarda kayıtları da olsa, devlet yetkililerine soruyorsun, “bu adam nerede” diye, “bilmiyorum” diyor. Burada Cumartesi Annelerini tekrar hatırlayalım. 1990’larda çocukları gözaltında kaybolan anneler. Bu anneler 1995 yılından beri her Cumartesi aynı soruyu soruyor, “Çocuklarımız nerede?” ve hâlâ cevap verilmiyor. Binlerce kişi bir devlet gözetiminde bir nevi buharlaşıyor ama bunlara ne olduğunu sorduğunuzda cevap yok. 30 yıldır bu anneler aynı soruyu soruyor ama cevap verilmiyor. Belli ki büyük bir suç var ortada, kimse bu dosyayı açmak istemiyor. Şu anda bu tür aynı hadiseler tekrar etmeye başladı. Biz tam “AB uyum süreci, demokrasi, hukuk” derken, 30 yıl öncesine geri döndük. 1990’lardaki o çok inanılmaz, olağandışı devlet uygulamalarına geri döndük. Yani muhalif gördüğü, insanları kaçıran, aylarca bir yerde tutan ve işkence eden bir anlayışla karşı karşıya kaldık ve bütün bunları da sorduğunuzda inkâr ediyorlar. Bakanlıklara soruyorsunuz, ‘Aa, öyle bir şey mi olmuş? Haberimiz yoktu’ falan diyorlar. Çok eminim her şeyden haberlerinin olduğuna ama yalan söylemede öyle mahirler ki sabah akşam yalan söylüyorlar. Maşallah bol bol atıyorlar. 

Devlet insanları zaten istediğinde tutuklayabilirken, neden kaçırma yolunu tercih ediyor? 

Devlet birtakım sorgulamaları legal ortamda yapamayacağını düşünüyor sanırım. İllegal ortamlarda aylarca süren sorgulamalarla bazı bilgilere ulaşacaklarını düşünüyor olabilirler. Bunu yaparken de çok rahatlar, hani “birileri bunu sorgular” diye bir endişeleri de yok. Devlet yetkilileri “ben medyaya hakimim, yargıya hakimim, ulusal her şeye hakimim ve uluslararası kuruluşları da bir şekilde ikna ediyorum zaten” dediklerinden bu tür kaçırma olaylarını kendilerince rahat bir şekilde yapıyorlar. AİHM’in kararlarını da takmıyorlar. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Birleşmiş Milletler bu konularda sorular sorduğunda da devlet ciddiyetine uymayan cevaplar veriyorlar. 

1990’larda faili meçhuller olduğunda devlet bunları gizli yapardı, ama şimdi insanlar kameraların önünde kaçırılıyorlar, 3-4 kişinin zorla insanları siyah transporterlara attıkları görülüyor. Ve aylarca bu insanlardan haber alınamıyor. Tüm bunları çok büyük bir rahatlıkla yapıyorlar. Sorduğunda “bunu biz yapıyoruz” diye bazen açıktan bile söyleyebiliyorlar. “Biz bunu uluslararası alanda da yapar, gerekirse insanları kaçırıp getiririz” diyorlar. Pervasızlık had safhada. Neymiş “OHAL varmış, devlet elden gidiyormuş” gibi bir düşünceyle “ya devlet başa ya kuzgun leşe” diyerek bu cürümleri çok rahat işliyorlar. Aslında farkında değiller, bu yaptıklarıyla devletin altını oyduklarının ve ona en çok zararı kendilerinin verdiğinin. 

Burada size şunu da sormak istiyorum, dünün mağduru İslamcılar nasıl oldu da bugünün zalimi oldular ve tüm bu kötülükleri savunabiliyorlar? 

Bu aslında insanın tabiatında olan bir şey. Eğer birisi insan hakları savunucusu değilse, sadece kendi kimliğinin savunucusuysa ve bir gün iktidar sahibi olursa başka kimliklere zulmetmeye başlıyor. Bakın meselenin künhü budur. İnsan hakları savunuculuğu yapmış olsanız bunu yapmazsınız. Ama baştan beri siz kendi haklarınıza odaklanmışsanız, diğerlerinin haklarını sizin için hiç önemli değildir. Bakın ben bunu başörtüsü mücadelesi verirken de yaşamış bir insandım. O zaman da ben başörtüsü mücadelesi veriyordum. O zaman batıdaki muhafazakâr dindar Türklere diyorum ki “Ya bakın arkadaşlar, ben Kürt değilim Türk’üm ama bilelim ki Kürtler de çok sorun yaşıyorlar. Biz dindar Türkler gibi Kürtler de çok sorun yaşıyor, onları da anlayalım, bu ülkede bir Kürt meselesi olduğunu da anlayalım” diyordum ve bana “Yok canım sen de Kürt meselesi bilmem ne, bizim işimize teröristlik falan karıştırma kardeşim” gibi tepkiler alıyordum. Sadece tepki ile de kalmıyordu, resmen haşlanıyorduk. Aynı şekilde “Aleviler de bu ülkede çok haksızlığa uğruyorlar, onları da anlayalım” falan dediğimizde yine bize hakaret ediyorlardı. Mesela Kocaeli’nde bir Protestan kiliseye Molotof kokteylli bir saldırı olmuştu ve bu olayı ilk ben çıkıp kınamıştım. Papaz böyle beklemediği bir destek görünce, çok şaşırdığı için beni arayıp, teşekkür etmişti. Hatta pastör şunu söylemişti, “Vallahi çok şaşırdım, siz başörtüsü diyen bir adamsınız ve bizim kiliseye saldırıldığında kimsenin sesi çıkmadı ama siz kalkıp kınama yaptınız. Hem çok şaşırdım hem de çok sevindim Ömer Bey.” Bakın insan hakları savunuculuğu böyle bir şey. Biz meseleye hep böyle baktık baştan beri. Ama o zamanlar bana şunu diyenler oluyordu, “Ömer Bey yani kalkıp kilise için açıklama yapmışsınız. Ya işin mi yok kardeşim yani senin? İslam düşmanı kafirleri bilmiyor musun? Neden onlar için açıklama yapıyorsun?” diye tepkiler alıyordum. Ya arkadaş din özgürlüğü denen bir şey var, sen caminde git ibadetini yap, Hristiyan da kilisesinde yapsın. Bunu dediğimiz zaman bunu anlamıyorlardı. Bakın, şimdi böyle olan insanlar yarın öbür gün iktidara gelince dünün mazlumları bugünün de zalimi oluyorlar. Çünkü iktidara gelmiş, kendi sorunu çözülmüş ama insan hakları falan diye de bir anlayışı veya derdi yok. Sonra da “benden olmayanın canına okuyayım, benim davam zaten kendi kimliğimi korumak ve kendi haklarımı korumaktı, kendi kimliğimi yüceltmekti ve yaygınlaştırmaktı, bana ne başkasının haklarından” dedikleri için zalim oluyorlar. O yüzden zalim olmamak kolay mesele değil. Zalim olmamak insan hakları savunuculuğuyla, ahlakla, vicdanla ve merhametle olabilecek bir şey.

KHK’lıları size sormak istiyorum. Bu insanlar neden tasfiyeye uğradılar? Devletin bu sorunu yakın ve uzak gelecekte çözeceğini düşünüyor musunuz? 

Devletler birtakım tasfiyeleri kriz dönemlerinde yaparlar, ama bizde olan Cumhuriyet tarihinin hatta dünya tarihinin en büyük tasfiyesi oldu. Yani Almanya’da ve Çin’de bile böyle tasfiyeler olmadı. Yüzbinlerce kişi Doğu Almanya’da bile inanın ki bu şekilde tasfiye olmamıştır. Şu anda Türkiye’de yaşanan dünyanın en büyük tasfiyesi. Çünkü yüz binlerce insan işlerinden atıldı ve halen atılıyor. Bakın 150.000 kişi atılmış. Şu an OHAL dönemi bitmiş gibi gözükse de “100.000 kişi daha atalım” düşüncesi var. Hâlâ insanlar atılıyor ve bu bitmeyen bir süreç. İnanılmaz bir şey. Bitmeyen bir OHAL var ortada. Şimdi bu KHK meselesini, devlet Kürt meselesinde olduğu gibi bitirmek istemiyor. Hükümete mecliste “bakın bu insanları böyle patır kütür çuvallara doldurup attınız; askeri öğrencileri, gariban çocukları, darbeci ilan ettiniz. Olacak işler değil bu yaptıklarınız, gelin adalete dönün. Bakın aradan 6 yıl geçti” diyoruz, “Yok, dönmeyiz!” diyorlar. “Muhalifimi ezip geçeceğim, onları böcek gibi ezeceğiz” diyorlar. Bu insanlara böcek muamelesi yapıyorlar. Dün Kürt’e söylediğini ve yaptığını bugün KHK’lılara yapıyor, bakın çok özet bir şey söylüyorum sizlere. Şimdi KHK’lılar da yeni anlıyor Kürt meselesini mesela. Diyor ki “Ben yıllarca devleti böyle kutsal bir şey olarak gördüm, öldüm, toz kondurmadım ama o toz kondurmadığım devlet beni böcek gibi eziyor altında.” Yani “Sen öl git kardeşim diyor, sürünerek öl” diyor. Devlet bunlara “Sen kamuda çalışamayacaksın, özelde de çalıştırmayacağım, ser sefil olacaksın, sürüneceksin, sana sosyal yardım da vermeyeceğim, bankadan kredi kartı bile alamayacaksın. Bütün bunlardan sonra yurtdışına gitmek istersen sana pasaport da vermeyeceğim, sürüne sürüne öl” demek istiyor. Her gün inanılmaz olaylar duyuyoruz KHK’lılarla alakalı. Şu anda Türkiye’de 138 soykırım metodunun uygulandığını bilimsel olarak tespit etmiş durumdayız. Bu insanlar sosyal hayatta da büyük baskılar altına alınmakta. Düşünün dün Yahudilerin kapılarına çarpı işareti vurulurdu, “bu Yahudi’dir” diye, şu anda mahallemizde bir ufak sorun olsun, bir KHK’lı olarak hemen “İşte bak vatan haini, seni gidi terörist!” etiketleri hemen vuruluyor. Bir KHK’lının çocuğu bakkala gittiğinde, “Gel bakalım buraya teröristin çocuğu” gibi muameleler oluyor ve bunlar sıradanlaştı. Artık bu sorun nesillerden nesillere aktarılıyor. Sadece sizin ve eşinizin ihraç edilmesi ile bitmiyor. Çocuğunuz da işe giremiyor, torununuz da damgalanıyor. Bu yüzden sadece KHK’lıların işlerine dönmesi yeterli değil, iade-i itibar yapılması da şart. Ama bunu hiçbir şekilde böyle düşünmeyen ve sistemin böcek olarak gördüğü bu insanları ayakları altında ezmeye şartlanmış bir akıl var iktidarda. 1980’de 1402’likler vardı. 9 yıl sonra geri döndüler. Devlet “Tamam artık, Danıştay kararıyla da işinize geri dönebilirsiniz” dedi ama şu an daha inatçı bir anlayış var. Sağdan ve soldan her kesimden insanla konuştuğunuz zaman herkes şunu söylüyor: “Hiçbir zaman bu kadar kötü bir dönem yaşamamıştık!” “12 Eylül döneminde bile bir hukuk vardı” diyor insanlar. Bakın çok önemli simalar hem sağdan hem soldan bunu söylüyorlar. “12 Eylül’ün ortamında bile savcılar bir şeylere riayet ederdi” diyorlar şu anda bu insanların riayet ettiği hiçbir şey yok. 

CHP ve İyi Parti ve özelde başkanları da bu KHK meselesine sessiz kalıyorlar. Özellikle Meral Akşener bu konudan dolayı çok ciddi eleştiriliyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? 

Ben bunlara gelmeden önce ana meseleye yine değinmek istiyorum. Kürt meselesinde de aslında birçok parti zamanında Kürt meselesi olduğunu bilmekteydi ama “dokunan yanar” diye baktıklarından derlerdi ki; “Bu Kürt meselesine dokunan yanar, oylarımız azalır” veya tam tersi, “Şöyle bu konuda bir vole vursam da oylarımı %20 artırsam” diye baktılar hep bu meseleye.  Ecevit’in Öcalan’ı tutup getirmesinin oylarının %20 arttırması gibi. Bu kadar sinir ucu bir mesele bu yani. Ama herkes de bu problemin varlığını biliyor aslında. Mesela Süleyman Demirel Kürt realitesini kabul etti, Mesut Yılmaz “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” dedi. Hani bu meseleye soğuk bakanların da hepsi Kürt meselesinin olduğunu ve çözülmesi gerektiğini biliyor, ama bakıyor karşısında koca bir devlet aklı var, bu sefer bu siyasi partiler “Ya bana mı kalmış bu işi çözmek?” diyor. Aynı mesele şu anda KHK’lılara oluyor. Devletin böyle damgaladığı ve soykırıma uğrattığı bir kesim insan var, bunlar terörist diye nitelenmişler ve işlerinden atılmışlar. Ne yapacağız bu insanları değil mi?  

Mesela İyi Parti’ye bakalım. Bu parti kurulurken parti kurucularını korkutmak için dediler ki “Bak sen FETÖ’cüsün ha, sen hainlikle parti kuruyorsun, bak canına okuyacağız senin” dediler. Bundan dolayı Meral Akşener’de biraz evvel bahsettiğimiz o bilinç altı pisijik travma var. Meral hanıma “KHK’larla alakalı çözüm konusunda ne düşünüyorsunuz” diye soruyorsunuz, çıt yok. Neden? Korkuyor, vehimleri var. “Şimdi ben ‘KHK’lılara çözüm’ desem, başıma iş açılır, bana FETÖ’cü derler” diye çekiniyor. “Kürt meselesinde şimdi devletimiz yanlışlık yapıyor desek, başımıza bir iş gelir” diyen zihin yapısı ile aynı şey. Bu yüzden çözüm olamıyorlar hiçbir şeye.

CHP de bu noktada çok fazla bir şey yapamaz. CHP de yarın öbür gün aynı yere gelecektir. “Ya işte devletin lanetlediği Kürdü, KHK’lıyı ben mi kurtaracağım?” diyecek. Öyle renkli boncuklar dağıtmasına insanlar çok aldanmasın. Kaygı ile korku ile siyaset yapılmaz. Ancak bunlar aşılabilirse siyaset yapılabilir. Bakın ben kendi siyaset tarzım bu şekilde. Hesap yapmadan, kimsenin kimliğine bakmadan haklarını savunma noktasında yapabileceğim her şeyi yapıyorum. Şimdi bana Gülen Hareketi’nden biri gelse, ben ona yardım ederim, bundan dolayı bana en çok FETÖ’cü derler. Bir Kürt vatandaşın yardım talebine icabet etsem, bana yine bana en çok PKK’cı derler. Ayrımcılık yapmadan herkesin hakkını şimdiye kadar savundum. Şimdi bütün bunlardan korkarsanız ve hesap yaparak hareket ederseniz bu işlere hiç girmezsiniz. “Başıma ne iş alacağım! Allah aşkına tehlikeli işlere, dokunanın yandığı işlere girmeyeyim!” derseniz ve girmezseniz ve böyle davranmaya devam ederseniz, siyaset üretemezsiniz ve hiçbir probleme çözüm üretemezsiniz. 

Ortada büyük sorunlar var. Siz böyle iş olsun diye, laf söyleyerek, bu sorunları çözemezsiniz. Bakın ekonomi noktasında da böyledir. Şu anda ekonomi anlamında da iş olsun diye laflar ediyorlar. Kardeşim radikal adımlar atacaksın, bu toplum da elini taşın altına sokacak, iktidarlar da sokacak. Radikal adımlar atacağız ve ülkeyi kurtaracağız. Bu böyledir. İnsan hakları sorunlarında da böyledir. Hep beraber biz riskleri alacağız. Kürt meselesinde adım atacaksın, diğer konularda adım atacaksın. Bu sefer diyorlar ki “ülke bölünür sonra!” Ya arkadaş, sen adımını at, kendine güven. Ancak bu şekilde siyaset üretilebilir. Bu KHK meselesinde de böyle. 

Hapishanelerde ciddi hak ihlalleri haberleri geliyor. Ömer Bey, biraz da bahsettiniz hapishanelerin durumundan ama bu noktada eklemek istediğiniz şeyler var mı?

Tabii. Öncelikle bu tür ihlallerin çok yaşanmasının en birinci sebebi hapishanelerin özelliğinden, yapısından dolayı olur. Yani ilk olarak devletle muhalif birey arasındaki ayrımcılığın ve kötü muamelenin hissedildiği yer cezaevleridir. Çünkü orada devlet çok güçlüdür, birey ise çok güçsüzdür. Normal hayatta devlet bir miktar güçlüdür, birey de bir miktar güçlüdür. Ama bu makas cezaevlerinde çok açılır. Devlet inanılmaz güçlüdür; birey ise inanılmaz güçsüzdür cezaevlerinde. Cezaevine girmiş birisi olarak da bunu yakinen müşahede ettim. Özgürlüğünüz elinizden alınmıştır. Çok rahat hakkınız ve hukukunuz çiğnenir. En tabii haklarınız çiğnenir. Yani size sizi seven birisi böyle tatlı, şirin bir kitap ayıracı gönderir, “Yok kardeşim, vermiyoruz!” derler. Kışta aileniz size ne bileyim evden bir külah, bir kalın giyecek gönderirler, çünkü cezaevleri genelde soğuktur, “Yok, vermeyiz!” derler. Kitaplara ulaşmanız engellenir. “Niye vermiyorsunuz?” deyince de “Vermiyoruz işte, var mı diyeceğin?” diyorlar. Bakın ben de bunları yaşadım. Bu haklarınızın elinizden alınması çok kolaydır ve bunu en ağır hissettiğiniz yer de cezaevidir. Dışarıda bunları bu kadar yakından hissetmezsiniz. Şu anda demokrasiden uzaklaşmanın en acı faturalarının hissedildiği yerler cezaevleridir. Şu anda cezaevlerindeki durum Cumhuriyet tarihinin en kötü halini yaşamaktadır. Çok nettir bu. Cezaevleri doluluk oranları da Cumhuriyet döneminin en yoğun olduğu zamandır aynı zamanda. 

Sizlere ulaşan en büyük şikayetler nelerdir?

En büyük şikâyet olarak aklıma ilk gelen şey hücrelere kapasitesinin üzerinde insan koymaları. 3 kişinin kalabileceği yere 15 kişi koyuyorlar. Bu şekilde insanları bir yere doldurursanız ne olur? En başta size sağlık hakları ihlalleri gelmeye başlar. Bunun yanında bize cezaevlerinden en çok gelen ve duyduğumuz hak ihlalleri olarak kitap hakkı ihlali, sohbet etme ve spor haklarınızın iptal edilmesi gibi ihlallerle birlikte sağlıklı beslenememe, infaz koruma memurları tarafından hakarete uğrama, darp edilme, ve işkence gibi kötü muamelelerle karşı karşıya kalma durumlarıyla birlikte, görüşmelerin gasp edilmesi, yakınlarınızın mahrem aramalara ve çıplak aramalara uğraması, mahkumların çıplak aramalara mesela hastaneden hastaneye gidişte uğrayabilmesi ve daha bir çok ihlaller sayılabilir. Ama bütün bunların arasında en ağır hak ihlali, sağlık hakkı ihlalidir. Neden? Çünkü bütün bu ihlaller bir tarafa, hepimizin en insani ortak paydamız olan sağlığımızdır ve bunun korunması gerekmektedir. Böyle bir ortamda sağlam adam bile hapse girse hasta olur, hastaysa ağır hasta olur. Bir de bu hastalıkların tedavisi ve teşhisi gecikirse, infaz erteleme gibi haklar bu hasta insanlara verilmezse ya tabutta ya ölüm döşeğinde tahliye oluyorsunuz. Cezaevlerindeki doluluk oranlarına rağmen devlet bu insanları oradan salmak istemiyor. Adam yoğun bakımda, ne yapacaksın bu adamı hapiste tutup yani? Devlet kafayı öyle bir takmış ki bu insanlara, ölmeden serbest bırakmamak adına her şeyi yapıyor. Ben cezaevlerinde ağır hasta olan bazı mahpuslar biliyorum hem Kürt siyasi hareketinden hem de Gülen Cemaati Hareketi’nden. Devlet bunlara kafayı takmış, “Senin dirini çıkarmayacağım bu hapisten!” diyor. “Ne olursan ol, ölene kadar buradasın!” diyor. Devlet aklı bu şekilde çalışınca, bu da çok tehlikeli bir durum oluyor. O zaman ne oluyor? Son dört ayda 28 ölüm vakası var ve bu bir dünya rekoru. Sadece bedenen değil, bu anlayış ve muameleler sonrası psikolojileri de bozuluyor insanların ve sonrasında depresyona giriyorlar ve intihar ediyorlar. Şu anda hem kanser hem dejeneratif hastalıklarda müthiş artış var. 

Cezaevlerinde intihar oranları normal popülasyona göre çok yüksek ve bu oran %13-14 civarlarında. Normal toplumda nadirdir intihar vakaları, işte 1000 kişi de 1 falandır ve intiharlar çok yüksek olmaz. Toplumlarda insanlar çoğunlukla eceliyle ölür. Ama cezaevlerinde baktığınızda bu oran %13-14’lere çıkmış. Bu ne demek zaten sıkıntılı bir ortam, dört duvar, demir parmaklıklar arasındasın. Hiç insani bir ortam değil. Hani hiç hapishaneye girdiniz mi bilmiyorum ama, hapishane gerçekten gayri insani bir ortamdır. Bu yetmezmiş gibi, bir de size gelip hak ihlalleri yaparlar. Hepten bu ortamlar çile çektiğiniz işkencehaneye döner, çünkü zaten özgürlüğümüz kısıtlanmış, bir de yetkilinin biri gelir sana hakaret eder durup dururken. Mektup gelir, “mektubunu sana vermem”, kitap gelir, “kitabını sana vermem”, kargo gelir, “kargonu sana vermem”, görüşçün gelir, doğru dürüst görüştürmezler. Bir de bütün bunların üzerine sana disiplin cezası verirler. Hayatları ve özgürlükleri her şekilde kısıtlanan bu insanların içinde bulundukları şartlar çok çetin ve zor gerçekten.

Sizlere Gülen hareketi tutuklularını da sormak istiyorum. Sosyal medyada bu insanların mağduriyetleri çok gündeme geliyor. Bu konuda ne söylemek istersiniz? 

Bu tür baskı dönemlerinde bazı gruplara yönelik daha ağır baskılar oluyor. Bu bir gerçek. Hani kafaya takma olayı dedik ya, “ben sileceğim, ezeceğim, imha edeceğim” mantığıyla yaklaşıyor devlet muhaliflerine ve o yüzden onlara karşı acımasız işler yapıyorlar. Hani çoluk çocuğuyla cezaevlerine giren binlerce kadın var. Bu çocukların günahı neydi? 0-6 yaş arası bebek ve çocuklar hakkında konuşuyoruz. Binlerce çocuk bu cezaevlerinden geçti. Şu anda mesela hapislerde 396 çocuk olduğu belirtiliyor. Ama bu anlık bir sayı; son 6 yılda mesela binlerce kadın çocuğu ile girdi-çıktı, girdi-çıktı, korkunç bir sayı var aslında ortada. Aynı zamanda hasta mahpuslardan birçok insan cezaevlerinde öldü. Biz şu anki anlık sayılara falan bakıyoruz ama durum çok daha kötü her hususta. Yüz binlerce göz altı ve tutuklanmalar neticesinde sürekli bir devridaim durumu var. Bir sirkülasyon var. Bu rakamlarla anlık verilerle bile dünya ikincisi durumundayız. Toplam bu şekilde soruşturma geçirmiş olanları hesaplarsak bu rakam milyonları buluyor. Bakın son bir yılda hapislerin doluluk oranı yüzde 89’ları bulmuş ve insanları sürekli cezaevine atıyorsunuz. Yani artık ortalama bir Türk vatandaşının cezaeviyle tanışmaması mümkün değil. İnsanların hapishaneye girmesi artık sıradan bir hadise durumuna geldi. Bunlar da özellikle bir takım düşman olarak damgalanan kesimler de yoğun bir şekilde yaşandı ve yaşanıyor. Dün Kürt hareketi, bugün KHK’lılar veya Gülen Grubu’na aynı şeyi yapıyorsun. Mağdurlar farklı olsa da aynı olan şey devletin acımasız ve zorba tavrı. KHK’lı birine ceza veriyorsun, tamam adam bunu yatıyor, denetimli serbestlik zamanı geliyor, ama çıkarmıyorsun, “bütün cezanı sonuna kadar yatacaksın”. Neden? İşte bir düşman ceza hukuku meselesi var. Seni düşman ve ezilmesi gereken bir insan olarak görüyor devlet. Bundan dolayı çok insanın mağduriyeti ve bunların gündeme gelmesi uygulamada olan bu düşman ceza hukukundan dolayı olsa gerek.

Son olarak sizlere kötü durumda olan Türkiye ekonomisini sormak istiyorum. Aynı zamanda erken seçim tartışmaları da var. Diğer partilerin HDP’yi yanlarına almadıkları da görülüyor. Bu konulardan da kısaca bahsedebilir misiniz?

Erdoğan tüm gücüyle devleti yönetiyor ve 2023 yılından sonra da bu iktidarını devam ettirmek istiyor. Hani ite kaka yürütülen bir çıkar ittifakı var karşımızda. Çünkü insan hakları kötüye gittiği için ekonomide kötüye gidiyor ister istemez. Ve Erdoğan yönetimi çok kötü bir tarz ve tablo sergiliyor. Bütün bunlara rağmen bu çıkar ittifakı devam ediyor ve ülkeye büyük kötülük ediyorlar, ama bu durum umurlarında değil. Bütün bunların karşısında muhalefet bir araya gelmeye çalışıyor. Muhalefet de maalesef kendi içinde cesur değil. Mesela HDP’yi niye dışlıyorsunuz yani? Ne olacak masaya alsanız? Yani 40 yıldır terörist, terörist dediniz de neyi çözdünüz. Anlatabiliyor muyum? Böyle bir söylemle varılacak bir yer yok ki! Sen de cesur ol, “Ya senin terörist dediğin partilerle beraber ben ortak iş yaparım de”, ne olmuş yani? Ama demek istemiyorlar. Demek istemediği zaman da bir mesele çözülmüyor. Bakın samimi olmazsanız siyasetle herhangi bir meseleyi çözemezsiniz. Ben Kürt meselesini görmeyeceğim, “bana ne onlardan” kafası var. Tamam da bu mesele şu anda Türkiye’nin en büyük meselesi. Bu meseleyi bir şekilde insani bir şekilde başarıp, çözmek lazım. Bunsuz yürümüyor bu iş görüldüğü gibi. Bombaları habire atıp duruyorsunuz ama 40 yıldır çözülen hiçbir şey olmadı. O zaman insani bir çözüme gel, bak halk da bu noktada HDP’nin yanında. Niye bu HDP’yle oturup, onu nazar-ı itibara almıyorsun? İşte maalesef bu kafa yapısı devam ediyor. Bu şekilde varılacak bir yer de yok. Ben siyasetin normalleşmesi için herkesin sorunları görmesi ve bir takım çözüm yolları sunması gerektiğini düşünüyorum. Eğer ki bunlar olmazsa bu dayatmacı, bu hukuksuz iktidar, 2023’te de yoluna devam eder, iktidarını devam ettirir.

Bu dediğiniz gerçekleşirse, bunun topluma yansımaları nasıl olur?

Yani çok şey olur. Öncelikle muhalifler iyice toplumdan kopar. Hani ben “Erdoğan iktidara gelirse artık bu ülkede durmam, çeker giderim” diyen birçok kişi tanıyorum, tanışıyoruz her gün, gerçekten böyle son nokta gibi görüyor insanlar bu seçimi. Bu arada Erdoğan bu yaptıklarını az bile buluyor. Yani 2023’te eğer kazanırsa çok daha farklı ve baskıcı bir polis devleti oluşturur. O yüzden hani ara sıra Erdoğan diyor ya “bunlar daha iyi günleriniz” diye, hakikaten yalan söylemiyor adam. Diyor ki, “Ben daha fazlasını yapacağım, bunlar iyi günleriniz.” KHK’lılar dönmeyi bekliyor ama Erdoğan’ın öyle bir niyeti de yok yani. Bana şimdi insanlar soruyor “Vekilim, af çıkar mı?” ya da İşimize döner miyiz?” diye, öyle bir niyeti yok ki adamın yani. Adam diyor “bu yaptıklarım az bile” diyor, anlatabiliyor muyum? Şu anda bizler böyle bir zihniyetle karşı karşıyayız. O yüzden Erdoğan ve Bahçeli iktidarının devam etmesi Türkiye için gerçekten korkunç bir şey olur

Yorumlar